top of page

acil servis

  • Autorenbild: Nuriye Özsoy
    Nuriye Özsoy
  • 17. Mai 2016
  • 6 Min. Lesezeit

Geceleyin uykudan kalp çarpıntısıyla uyandığında 2015 baharıydı.

Öğretmendi Lale. Yurtdışı görevi sonrası aldığı ücretsiz izni bitmiş, Türkiye’ye dönüp yeniden göreve başlamıştı. Ne yapacağını bilmez haldeydi. Ankara’da kalıp görevine devam etmek istiyordu aslında. Emekliliğine çok az kalmıştı. Ama çocukları ve eşi yurt dışındaydı. Daha önce burada kalıp çalışmayı denemişti. Hem onun için hem de ailesi için hiç kolay olmamıştı geçirdiği bir kaç ay. Sonunda altı ay ücretsiz izin alıp Almanya’ya ailesinin yanına dönmüştü. Ama sayılı gün çabuk geçmiş, işte sonunda izni bitmiş, o da ailesini bırakıp tekrar Ankara’ya gelmek zorunda kalmıştı. Yeniden Frankfurt’ta görev almak için umutsuzca çabalıyordu. Ankara’da, şimdi yurt dışında olan kız kardeşinin evinde, tıpkı kendisi gibi öğretmen olan yeğeniyle birlikte kalıyordu.

Bu gece Lale kendini berbat hissediyor, bıraksa bayılacak sanki. Ama misafir olduğu evin sahibini, yeğenini rahatsız etmek istemiyor. Sabah erken kalkıp okula gidecek kızcağız. Mini mini birinci sınıflar onun yolunu gözler. Zaten akşama kadar çok yoruluyor genç kız. Ona hiç haber vermeden pijamasının üstüne hızla kabanını alıp dışarıya fırlıyor. Gündüzün güneşli bahar havasından eser yok. Gece ayazı basmış. Mevsim bahar ama, hava çok soğuk. Kar ayazı bu, diyor, soğuktan birbirine çarpan dişlerinin arasından. Pek de uzak olmayan taksi durağına kadar yürüyor belki açılırım diye, ama nafile. Durakta duran taksilerden birine kendini zor atıyor. Arabayı yakındaki üniversite hastanesinin aciline sürmesini istiyor şoförden. Gece, yollar açık, taksici basıyor gaza. Yolcunun kendisi mi hasta, yoksa hastanede bir yakınından haber geldi de mi apar topar gecenin bir yarısı hastaneye gidiyor, karar veremiyor; ama bunu sormaya da yeltenmiyor. Lale’nin sohbet etmeye cesaret veren dostça bir görüntüsü olduğu da söylenemez. Gerçi o normalde de tanımadığı insanlarla sohbet etmeye pek hevesli değildir.

Araba acilin önünde durduğunda koşar adımlarla acil kapısından içeri giriyor. Neyiniz var, diyor nezaketle acildeki genç bayan. Muhtemelen bir stajyer öğrenci. Kalp atışlarım, diyor, beni uykumdan uyandırdı; kendimi çok kötü hissediyorum. Rutin muayene sonrası onu acil yataklarından birine alıyorlar. Kan tahlili yapılıyor ve kalp grafisi çekiliyor. Tahlil sonuçlarını beklemesi gerek. Acilde karşılıklı yan yana sıralanmış 6-7 yatak var. Kadın, erkek, yaşlı, genç her yaştan insan. Karşı yatakta üniversite öğrencisi bir delikanlı yatıyor, iki büklüm. Annesi keder ve endişe dolu bakışlarla süzüyor oğlunu. Bir annenin çocuğu hasta olunca nasıl ciğeri yanar, biliyor Lale. Delikanlının annesine onu anlayan gözlerle bakıyor ve oğlunun nesi olduğunu soruyor. Kadın, sık sık tekrarlanan karın ağrısı ve krampların nedenini bulamıyorlar, diyor. Gitmediğimiz doktor kalmadı. Ne yapacağımızı şaşırdık. Ayda birkaç kez acilde alıyoruz soluğu.

Karşıda orta yaşlı şişman bir kadın sürekli inliyor, ara ara da acılı çığlıklar atıyor. Kocası olsa gerek, koca göbekli bir adam, etrafına eşinin bağırmalarından utanır ve özür diler gözlerle bakıyor. Sonunda dayanamayıp eşini azarlıyor: Sus be kadın, ne bağırıp duruyon! Adama soruyor Lale: Hiç canınızın çok yandığı oldu mu? Ya da şiddetli bir ağrı çektiniz mi? Hayır, diyor adam. O halde eşinizi rahat bırakın, onu anlayamasanız da nezaketle davranabilirsiniz. Belli ki kadıncağız çok acı çekiyor. Ama çektiği acının ötesinde, hiç bir zaman kendisinden saygı görmediği bir adamla bir ömür geçirmek nasıl bir duygu acaba? Belki de bu kabalığa dayanmak fiziksel acıdan daha büyük bir ıstırap. Kadına böbrek nakli yapılmış bir ay kadar önce. Ağrıların pek çok sebebi olabilir, diyor doktor. Bekliyorlar. Neyi acaba?! Belki de laboratuvar sonuçlarını, diye düşünüyor Lale. Kadın acıdan bitkin düşüp bir ara uykuya dalıyor. Sonra yine feryat ederek uyanıyor. Kadının çığlıkları elbette Lale’yi de rahatsız ediyor, ama çevresinden utanmayı hayat arkaşının acısından daha değerli bulan adamın eşini azarlayan sözleri, kaba davranışları bundan daha çok huzursuz ediyor onu.

Lale’nin sağ tarafında 80 yaşlarında bir hasta var. Gözleri iki karanlık çukura dönmüş. Zayıflıktan kemikleri çıkmış. Yüzü solgun. Üzerinde sadece bir gömlek var. Yatağa büzülmüş yatıyor. Görevli doktora üşüdüğünü söylüyor yaşlı adam. Doktor ağzının içinden bir şeyler mırıldanarak dışarı çıkıyor. Aradan zaman geçiyor. Yaşlı adama bir parça örtü getiren yok, büzüldükçe büzülüyor yatakta. İçerisi, yatan bir insan için serin. Lale kendi sıkıntısını unutup, zavallı yaşlı hastaya merhamet dolu gözlerle bakarak, doktora hastanın örtü isteğini hatırlatıyor. Kendi yaşlı anne babası aklına geliyor birden. Uzaklara dalıyor gözleri, bir yıl önce, yaz tatilinde yurt dışından erkek kardeşiyle beraber onları ziyarete geldikleri günü hatırlıyor. Evin önünde ayakta duran annesi geliyor gözlerinin önüne.

Köyün dışındaki, ıssız, derme çatma bahçenin kapısında durduklarında, yaşlı annesinin zaten ufak tefek olan cüssesinin daha da ufaldığını, omuzlarının çöktüğünü farketmişti. Elleri ve yüzü güneşten kararmış, yüz ve boynundaki derin çizgiler daha da derinleşmişti. Sanki çocuklarını bir yıldır görmemiş olan o değildi. Onlara, hoş geldiniz bile dememişti. Günlerdir yapmayı planladığı, ama yalnız olduğu için yapamadığı işe odaklanmıştı. Elinde eski bir naylon çuval, öylece duruyordu. Sanki gelenler, yoldan geçerken öylesine uğramış ziyaretçilerdi de, onlar gitmeden yapması gereken işi bitirmek istiyordu. Kayısıların toplanması gerekiyordu. Hemen kayısıları indirelim ağaçtan, dedi. Çok uzun ve zahmetli bir yolculuk yapmış ve yorgun olan Lale yüzünü buruşturmuştu annesinin isteğine. Erkek kardeşi, içindeki hayal kırıklığını bastırarak anlayışla karşılamış, hadi hemen bitirelim şu işi, demişti. Güneş batmadan işi bitirmek için bahçenin arkasına doğru ilerlemişlerdi. Yaban otlarının hemen hemen özgürce büyüdüğü bir yerdi bahçe. Meyve ağaçlarının dalları meyvelerin ağırlığıyla eğilmiş, hafif bir rüzgar insanın tenini incitmeden yalayarak esiyor, meyve ve otların kokusu insanın ciğerlerine işliyordu.

Akşam sofrada bahçeden taze toplanmış bamya yemeği ve kabak çiçeği dolması eşliğinde, annesinin Lale çocukken yaptığı şekilde hazırlanmış köy tavuğu vardı. Bahçenin erik ve vişnelerinden yapılmış hoşafı da ağzı sulanarak hatırladı Lale. Hepsi de çok lezzetliydi. Yemekten sonra erkek kardeşi, alışılmadık şekilde bulaşıkları yıkamış, çay koymuştu ocağa. Yıllardır yurt dışında okumanın, anne babasından uzakta, gurbette olmanın acısını çıkarırcasına ovmuştu tabak ve kaşıkları. Çay ve kuruyemiş hazırlayıp oturmuşlardı yer sofrasına.

O zavallı yaşlı adam gibi Lale’nin babası da hastaydı. Kimbilir kaç gündür ıssız bahçe evinde başka insan görmeyen babasının yatağına uzanmış, öylece yatışını geçirdi gözünün önünden. On yıldır Alzheimer hastasıydı babası, hiç kimseyi tanımıyordu eşi dışında. Bir tek ona güveniyor, onun dediklerini yapıyor, sessizce boyun eğiyordu karısına. Yemek sonrası Lale’nin ve kardeşinin annneleriyle sohbetlerini can kulağıyla dinlemiş, kahkalarla gülmüştü. Sağlıklı olduğu dönemlerde, babalarının kahkayla güldüğünü görmemişti ikisi de. En çok tebessüm ederdi, çoğunlukla ciddi adamdı babaları. Bu dünyada gülmekten daha önemli işleri vardı hep. Çok gülmek ayıp, hatta günahtı onun gözünde. Ama o gün, kurtulmuştu bütün baskılardan. Ayıp ya da günah olan çoğu şeyi silmişti hafızası, gerekli gereksiz herşey gibi. Ruhu özgürdü artık. Çok az konuşuyordu. Hafızasının henüz silemediği, onu suskunlaştıran tek şey, hastalığından utanmasıydı. Yanlış bir şey sormaktan çekiniyordu. Bilmesi gereken en tabii şeyleri hatırlayamamaktan dolayı üzgündü. Ama o gün kısa bir süreliğine çok gülmüştü. Hafızası gidip geliyordu. Bazen zihni bir el feneri gibi cılız bir ışıkla birkaç saniye aydınlanıyor, sonra tekrar karanlıklara gömülüyordu. Lale için acıklıydı babasını böyle görmek. Tam altı kardeştiler, ama anne babasının yanında yöresinde hiç biri yoktu. Onları büyütmek, hepsini okutmak, meslek sahibi etmek için ne çok çabalamışlardı. Oysa şimdi yapayalnızdılar. Hele büyük iki kızı, neredeyse hiç gelmiyordu ziyaretlerine. Bunun için her zaman bir bahaneleri vardı. En çok Lale’nin şimdi evinde kaldığı küçük kız kardeşi giderdi anne babasını görmeye, sık sık telefonla arardı gidemediğinde de. Pek kızmazdı bunun için ablalarına, gönül de koymazdı. Lale’nin bir buçuk yaş arayla doğan, ikiz gibi büyüdüğü kız kardeşi, yumuşak huylu ve şen şakraktı. Kendi hayatındaki olumsuzlukları da böyle karşılardı. Anne babasına karşı en çok sorumluluk duyan oydu. Bir tek o liseyi bitirip diğer kardeşleri gibi üniversiteye gitmemişti. Meslek sahibi olup çalışmamıştı. Ev hanımı olmuş, bundan hiç gocunmamıştı. Kendine dair büyük hedefleri yoktu. Elinde olanla yetinir, bununla da mutlu olurdu.

Birden zihnine üşüşen düşüncelerinden uzaklaşıp yeniden hastane odasına dönüyor Lale. Doktora yaşlı hastanın örtü istediğini hatırlatıyor yeniden. Bu sefer doktor biraz kızgın. Bu benim görevim değil, lütfen görevliye söyleyin, diye çıkışıyor. Acil hastası olarak bu benim görevim tabii, diye geçiriyor içinden Lale. Görevli aramak için dışarıya çıkıyor ama meramını anlatacak kimseyi bulamıyor. Uzun boylu ayakta durmaya takati de yok zaten, acil servis odasına geri dönüyor. Yaşlı adamın bütün itirazına rağmen, üzerindeki kaz tüyü kabanı çıkarıp onun üstüne örtüyor. Zavallı yaşlı adam. Lale, kimsen yok mu amca, diye soruyor. Yakınları onu acile getirmiş, buraya bırakıp kaçarcasına gitmişler. Paltosu ve cekedi arabanın bagajında kalmış. Yarın gelirler, diyor umutla yaşlı adam. Zavallıcık tek bir ince gömlekle kalakalmış. Ne yazık ki, kimilerine göre fazladan yaşayan insalardır yaşlılar. Onları bu dünyaya getiren, dişi tırnağıyla çalışarak büyüten bu insanlar miadı dolmuş sakinleridir yeryüzünün. Fazladan yaşamaktadırlar, hak etmedikleri halde! Bedeni ısınınca gevşeyip uyuyakalıyor yaşlı adam. Lale, yaşlı ve hasta bir insanı böyle çaresizce soğuğa mahkum eden umarsız yakınlarına ve belki de her gece onlarca sıradışı olaya tanık olduğu için artık bu tür durumları kanıksamış, buna aldırmayan doktora içinden fena halde kızıyor. Elbette bir doktor her nöbetinde acilde yaşananlardan tümüyle etkilenerek hayatını sağlıklı bir şekilde sürdüremez. Ama umarsızlıkla aşırı hassasiyet arasında bir orta yol olmalı değil mi, diye geçiriyor içinden.

Lale Hanım, çıkan tahlil sonuçları iyi, ama önemli bir tahlil sonucunu daha bekliyoruz, diyor acil odasına giren doktor. İhtiyar hastaya kabanını verdikten bir müdde sonra Lale de artık iyiden iyiye üşüyor. Yorgun ve uykusuz. Sinirleri acil servisin olağan dışı havasının etkisiyle gergin. Ama kendini daha iyi hissediyor. Daha fazla burada kalmak, tahlil sonuçlarını beklemek istemiyor. İmza atıyor tüm sorumluluğu aldığına dair. Yaşlı adamdan özür dileyerek kabanını üstünden almak istediğinde adam hemen toparlanıyor, sanki bir suç işlemiş gibi mahçup bir edayla teşekkür ediyor üzerini örttüğü için. Lale ona acil şifalar dileyip, ama aklı belki babasıyla özdeşleştirdiği bu yaşlı hastada kalarak, hastanenin acil servisinden ayrılıyor. Bu gece acil servisin belki de en sakin gecelerinden biri. Ama acil servisler hem çalışanları, hem de hastalar için oldukça sıkıntılı yerler.

Dışarıya çıkıp her yerin karla kaplı olduğunu görünce çok şaşırıyor. Kar her yeri bembeyaz örtüsüyle kaplamış, yeryüzünün bütün haksızlık, kötülük ve çirkinliklerinin üstünü örtmek istercesine. Hızla taksiye binip kaçarcasına uzaklaşıyor hastanaden. Eve ulaştığında yeğeninin hiçbir şeyden habersiz mışıl mışıl uyuduğunu görünce rahatlıyor. Hastane odasını, hastaları, anne babasını, burnunda tüten eşini ve çocuklarını zihninden uzaklaştırıp, nihayet kavuştuğu sıcak yatakta huzur bulmaya çalışıyor. Kızdığı acil servis doktorlarının ise uyumak için daha uzun saatler beklemek zorunda olduğu aklına geliyor. Onun bir kaç saat dayanamadığı o gergin ve telaşlı havayı acil çalışanları sürekli solukluyor. Eleştiriden daha çok takdiri hak ediyorlar diye düşünüyor derin uykusuna dalmadan önce.


 
 
 

Comments


bottom of page