top of page

şehirler ve çağrışımlar / sarayova&serebrenitsa&tuzla&mostar

  • Autorenbild: Nuriye Özsoy
    Nuriye Özsoy
  • 10. Feb. 2016
  • 19 Min. Lesezeit

Sarayova / Ağustos 2014

Bir Cuma öğleden sonrası indik Bosna’nın sevimli ve küçük başkenti Sarayova’ya. Güneşli ve son derece nemli bir hava ve sıcak Bosnalı insanlar karşıladı bizi. Goethe Üniversitesi İslam Bilimleri bölümünde yardımcı doçent olan Bosnalı Armina Omerika ve öğrenci Adem Hasanovic herşeyi aylar öncesinden buraya gelerek planlamışlardı. Armina Almanya’ya liseyi bitirdikten sonra gelmiş, eğitimine burada devam etmiş. Boşnakça ana dili, ama Almanca ve İngilizceyi de anadili gibi biliyor. Bildiği diller arasında Arapça da var. Şimdilerde ise, bir zamanlar kısmen öğrenip unuttuğu ve tekrar öğrenmeye niyetlendiği dil Türkçe. Konuşmayı çok seven Armina’nın kıvrak zekasıyla Türkçeyi öğrenmesi çok uzun sürmeyecek eminim. Avrupa Müslümanları tarihi onun çalışma alanılarından biri. Son derece entelektüel bir akademisyen. Bu programı hazırladığı için ona minnettarız.

Bosna, 1992-1995 yılları arasında yaşanan savaşta Müslüman kıyımına maruz kaldığından bu yana kalbimizin en derin köşesinde ve gündemimizde. Bizim için, hep hüzünle andığımız, acıklı hikayelerini dinlediğimiz ya da okuduğumuz, tanımadığımız, ama çok sevip yakınlık duyduğumuz güzel insanların yurdu. Bosna’yı hep merak ettik ailece, hep gelmek istedik. Ayrıca bizim için başka bir anlamı daha var Bosna’nın. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde tefsir ve hadis bilim dallarını kuran ve Türkiye’de akademik ilahiyatçılığın ilk neslini, Mehmed Said Hatiboğlu, İsmail Cerrahoğlu, Talat Koçyiğit gibi çok değerli bilim adamlarını yetiştiren, hocaların hocası Muhammed Tayyip Okiç’in memleketi burası. O hem bilim adamı olarak, hem insani ve ahlaki özellikleri ile hocalarımızdan övgü ve saygıyla hatıralarını dinlediğimiz, bu ülkenin yetiştirdiği ve Türkiye’ye bağışladığı çok kıymetli bir bilim adamıydı. Tayyip Okiç, çalkantılı ve sürgünle geçen hayatı yüzünden hiç evlenmemiş ve öğrencilerini çocukları yerine koymuş, bu alanda yetişen ve insan yetiştiren nadide bir bilim adamı. Türkiye’de İlahiyat’ın öncüsü, Boşnakça, Slavokya, Almanca, Fransızca, Türkçe Arapça ve Farsça dillerini çok iyi bilen Okiç Hoca’yı rahmet ve hürmetle anmak vefa borcumuz. Ömer sunumuna bu yüzden Armina’nın Boşnakçaya çevirdiği kısa selamlamayla ve Hoca’yı rahmet ve minnetle anarak başladı.

Havaalanından şehrin içine, eski şehre doğru uzanan yolda savaşın izleri geçen onca seneye rağmen dipdiri. Pek çok binada kurşun izleri hala duruyor. Neden bu binalar tamir edilmemiş acaba? Savaşın fiziksel izleri bile silinmemişken, ruhlardaki izleri nasıl silinebilecek? Maddi sıkıntılar mı, yoksa yeni nesillere yaşanan acıları unutturmama çabası mı binaları böyle bırakan? Akşam otelin bahçesinde Armina’ya bu soruyu sorduğumda acı ile başını sallayarak, ne yazık ki, iç edilen yardım paralarının neticesi, diyor. Bosna’ya dünyanın her yerinden yardımın oluk oluk aktığını, Müslüman ülkelerin yanı sıra İsviçre başta olmak üzere, Avusturya ve Almanya gibi pek çok Avrupa ülkesinin de çok para yardımı yaptığını anlatıyor. Bosna halkı Türkiye’ye büyük bir sevgi duymasına rağmen bilmiyorlar ki, Türkiye Sırbistan’a daha çok yatırım yapıyor, dedi. Bu bizi çok şaşırttı. Armina’nın verdiği bu bilgilerin sağlamasını yapacak konumda değilim. İnsanlık hiç bu günkü kadar enformasyon kirliliği yaşamamıştır. İnsan neye inanacağını şaşırıyor. Ömer’in İsviçre ile Türkiye’nin yardım miktarının kıyaslanamayacağı, çünkü İsviçre’nin çok zengin bir ülke olduğu yorumu biraz içimi rahatlattı. Türkiye kendi muhtaç bölgelerine ne kadar yatırım yapabiliyor ki Bosna’yı öncelesin. Dünyaya bilim ve teknoloji satan dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan İsviçre ile Türkiye nasıl yarışabilir ki. Ancak, Bosna halkı kimsenin eleştiri oklarından kaçamadığı, her şeye son derece eleştirel yaklaşan Armina gibi düşünmüyor, Türkiye sevgisi ile dolu. Bunu her yerde gözlemlemek mümkün. Her şeye rağmen, gelen bunca yardıma rağmen Bosna fakir, Bosna’nın omuzları çökük. Bütün üçüncü dünya ülkelerinin tanıdık hikayesi bu. İnsanlık tarihinin çok yakından tanıdığı, savaşı ve acıları kendi istikbal ve yükselişine payanda yapan acınası, çıkarcı, zalim insanlar. Sorun sistemde mi yoksa derin bir ahlaki çöküşün içinde olan insanlarda mı?

Bunun ülkenin üçte birinin yerle bir olduğu, bütün fabrika ve yollarının yok edildiği, enflasyonun tavana vurduğu, neredeyse bir torba dolusu paraya bir ekmek alınabildiği 2. Dünya savaşı sonrası Almanya’sında neden böyle olmadığı soru işareti. Neden ülkeye gelen Amerikan yardımları Almanya’da son kuruşuna kadar yerini bulmuştur?! Almanya’nın en önemli kredi kuruluşlarından biri olan Alman Kalkınma Bankası’nda (KfW) üst düzey görevli bir arkadaşımızın anlattığına göre, o zor günlerde bile yardım paraları kimseye karşılıksız verilmemiş, ama iş kurmak isteyen herkese kimse kayrılmaksızın çok düşük faizle ve uzun yıllara yayılan düşük miktarda geri ödemelerle verilmiş. Takdir edileceği üzere, geri ödeme karşılığında alınan para, karşılıksız alınan paradan daha değerlidir. Ve böyle bir yardımı değerlendiren herkes adımlarını dikatle atar, kılı kırk yarar. Bu çok önemli nüansı bilen Alman bilinci bunu çok iyi kullanmış.

Elbette dünyadaki hakim güçlerin – kimileri bunu bir komplo teorisi olarak görse de – destek veya kösteklerinin var olduğu savı da yabana atılamaz. Acaba bu güçler güçlü bir Almanya’yı önemli bulmuştur da, zayıf bir Bosna mı tasarlamıştır?! Avrupa’da bir Müslüman grubun varlığı istenseydi, yıllar boyu Avrupa’nın göbeğinde ve dünyanın gözü önünde bu katliam yapılabilir miydi? Sırbistan Avrupa Birliği’ne alınırken Bosna dışarıda bırakılır mıydı?

Cumartesi günü sabahtan akşama kadar İslami İlimler Fakültesi’ndeyiz. Tarihi, harika bir binası var Fakülte’nin. Prof. Dr. Enes Kariç’le birlikte Bosna’dan 7, Frankfurt Goethe Üniversitesi İslam Bilimleri bölümünden Bölüm Başkanı Prof. Dr. Bekim Agai ile birlikte 6 akademisyenin tebliğ sunduğu sempozyuma Bosna’dan yaklaşık 15 kişi izleyici olarak katılıyor. Boşnak katılımcı açısından program çok zayıf. Buradaki dini eğitim sistemi Almanya’daki gibi devletten bağımsız, İslam Cemiyeti’nin kontrolü altında. Profesörlerin atanmasına karışamasa da, müfredatı İslam Cemiyeti belirliyor. İleriki günlerde Tuzla’da ziyaret edeceğimiz Medrese de bu kurumun denetiminde, bir nevi yatılı İmam Hatip Lisesi. Yeri geldiğinde detaylı bahsedeceğim.

Aylar önceden belli olan sempozyuma katılımın düşük olmasının nedenini Boşnak dostlarımıza sorduğumuzda, bunu üniversitenin yaz tatilinde olması ile açıklıyorlar. İslam İlahiyatı Bosna’da çok zayıf. Prof. Kariç, İlahiyat alanında yaptığı çalışmalardan ziyade, yazdığı üç romanla tanınıyor. Doğrusu çok garip. Yaptığı sunumun içeriği de çok zayıf. Fakültenin, Teoloji, İslam Pedogojisi ve İmam Eğitimi olmak üzere üç programı var. Ancak, konuştuğumuz İlahiyat mezunu Almira, din dersi öğretmeni olarak iş bulamadıklarından, ihtiyacın çok üstünde mezun verildiğinden bahsetti. Bosna zaten küçük bir ülke. İşsizlik oranı bölgelere göre çeşitlense de, kimi yerde % 40’lara varan oranlarda. Bosna’da insanların dini sahada son derece aktüel soruları var, bunlara cevap istiyor insanlar, diyor Prof. Kariç.

Kariç’i dinlerken Salih Akdemir Hoca’ya fiziksel benzerliği dikkatimi çekiyor. Kariç’in, kendisi de Boşnak asıllı olan Salih Bey’i andırdığını Ömer’e de söylüyorum. Günün sonunda alacağımız acı haberden habersiz, Hoca’yı özlemişiz anlaşılan, diye gülümsüyoruz. Toplantının sonuna doğru, İngilizce sunumları dinlemekten yorulan zihnimi dinlendirmek için bir ara internete takılıyorum. “Ankara İlahiyat Tefsir Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Salih Akdemir Hoca hakkın rahmetine kavuşmuştur.” cümlesini bilinçsizce okuyorum önce, idrak edemeden. Sonra, kim yapmış bu tatsız şakayı, derken, haberin devamını okuyunca gözlerimden yaşlar süzülüyor. İki ay önce İstanbul’da KURAMER’in (Kur’an Araştırmaları Merkezi) toplantısında görüştüğümüz, sunumunu dinlediğimiz ve sağlığına kavuşmasından çok mutlu olduğumuz canım Hocam sonunda kanser illetine yenik düşmüş demek ki. Onda gördüğümüz iyileşme belirtileri aldatıcıymış. Şimdi kadın ilahiyatçılar öksüz. Bu camiada onun kadar kadın ilahiyatçıları akademik alanda destekleyen başka birini tanımadım. Aşk ve gönül insanıydı o. Master tezimi ondan almama rağmen başörtüsü yasakları nedeniyle tamamlayamamış, sonrasında afla geri döndüğümde başka bir konu ve tez danışmanı seçmemi büyük bir olgunlukla karşılamıştı. Tez savunmamda ise, heyet başkanı olarak beni yüreklendiren, tezime dair mültefit sözler sarfederek mutlaka doktora yapmam konusunda teşvik eden yine o olmuştu. Bütün bayan öğrencilerini hep aynı içtenlikle destekleyip yüreklendirdi. Bir arkadaşımın onun ölümünün ardından veda ederken söylediği gibi, “Salih kulunun salihliğine biz şahidiz, sen de onu öyle huzuruna kabul et ve ona öyle muamele et Allahım!” Onun yetiştirdiği öğrencilerden ve aynı zamanda asistanı olan Ömer, sunumların ardından izin isteyerek acı haberi paylaşıyor salondaki dinleyicilerle. Ruhuna Fatiha okuyoruz sevgili Hocamızın, tanımadığı ve kendisini tanımayan hemşehrileriyle birlikte. Ölüm bir kez daha gerçekliğini hatırlatıyor bizlere ve yüreklerimizi kavuran bir rüzgar gibi esip sevdiklerimizi alıyor elimizden.

Saraybosna’da kaldığımız butik otelin1 sahipleri çok kibar insanlar. Bizi memnun etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Kaldığımız yer, evinin bir kısmını otele çeviren bu Bosnalı ailenin küçük bir işletmesi. Hem fiyatları daha uygun olduğu için, hem de küçük işletmelere sahip savaş mağduru bu insanlara yardım olması bakımından gecelemek için Armina bu tür yerleri tercih etmiş. Boşnakları yakından tanıma fırsatı vermesi bakımından da son derece güzel düşünülmüş bir gezi planı bu. Gittiğim ülkelerde, dinlenme değil de ülkeyi tanıma amaçlı gitmişsem, lüks otellerde kalmak benim hoşuma gitmiyor doğrusu. Eğer gerçekten o ülkenin insanını ve kültürü tanımak istiyorsanız, büyük lüks oteller doğru yerler değil. Bu tür küçük aile işletmeleri benim her zaman tercihim. Saraybosna’da yediğimiz üstü kaymaklı servis edilen cevapçiçi, Boşnak böreği ve sadece etle doldurulmuş tereyağlı bir sosla servis edilen soğan, biber ve domates dolmalarının2 lezzetlerini unutmamız mümkün değil. Ancak, geleneksel tatlıları aşırı tatlı geldi hepimize. Gerçi arası çikolatalı ve elmalı baklavaları biraz fazla tatlı olsa da çok lezzetli idi doğrusu.


Srebrenitsa / 04.08.2014


Sevgili otobüsümüzün su kaynatması yüzünden Srebrenitsa’ya planlanan saatten geç varıyoruz. Srebrenitsa, şimdi Sırp Cumhuriyeti’ne bağlı, Bosna-Hersek’le Sırbistan’ın sınırında bir kent. İlk durağımız 8.000 kişinin katledildiği, yedisinden yetmişine yakalanan bütün erkeklerin öldürüldüğü bu katliamın gerçekleştirildiği büyük fabrika binası. Şehitleri hatırlama yeri (Memorijalni Centar Potocari) 3 olarak düzenlenmiş bu fabrikada olayla ilgili bir belgesel izliyoruz. Belgeselin bir yerinde Sırp komutan, bugün Türkleri burada bitirdik, bu bizim bayramımız, diyor. Kendi ırkdaşı olan farklı dini seçmiş Boşnakları Türk ve Osmanlı bakiyesi olarak görüyor Sırplar. İnsanların hunharca tarandığı bu yerde bu belgeseli izlemek hepimizi çok etkiliyor. Herkesin gözü yaşlı. Kimse kimsenin yüzüne bakmak istemiyor. Gözler hüzün dolu, yürekler paramparça. Belgeselde iki kadının anlattıkları beni çok etkiliyor. Yeni evli bir çiftken kocası alıp götürülen Hamida, onun, korkma ve üzülme, herşey yoluna girecek, diyerek yavaşça elini sol omzuna koymasını hiç unutamıyor. Onu bu son görüşüm oldu. Ben hala onu sıcak ve şefkatli dokunuşunu omzumda hissediyorum, diyor acı ile olanları anlatırken. Nermina: Oğlumu benden aldıklarında 17 yaşındaydı. Biz kadınları on metreden fazla yaklaştırmıyorlardı. Onları götürürlerken arkasından İzzet diye seslendim. Son kez arkasını dönüp baktı bana. Onu son kez böyle hatırlıyorum; arkaya bakan güzel yüzünü. Koyu yeşil gözleri, yuvarlak bir yüzü vardı. Öyle yakışıklı ve daha öyle gençti ki. Gözlerimin önünden seslenişimle arkasına dönüp bakan yüzü hiç gitmiyor.

Oradan şehitliğe gittik. Bosna, beyaz mermerlerle kaplı şehitliklerle dolu. Yeşil renkli mezar taşları Hıristiyan Hırvatlara ait. Şehitlikte bir açık hava mescidi var. Savaşta bütün ailesini kaybetmiş bir insan hakları aktivisti olan Selma bize sunum yapacak. Şehitlikte aynı soyadı taşıyan onlarca erkek ismini alt alta görmek çok acı. Orada, yıllardır acısı azalmamış, sürekli yaşadıklarını anlatmak isteyen bir anne ile karşılaştık. Bana, geri dön sana yeni ev verelim, diyorlar. Ama kocamı oğullarımı elimden aldıkları bu toprakları köyüm ve vatanım olarak göremiyorum ki. Benim yerim bütün sevdiklerimin yattığı bu mezarlık. Ancak burada huzur buluyorum. Yuvamı, köyümü, vatanımı benim elimden aldılar. Vatan duygusunu sonsuza kadar kaybettim. Benim yuvam artık bu mezarlık, diyor. O daha konuşmak, içindeki zehri dökmek, dost bildikleriyle paylaşmak istiyor. Ama Armina özür diliyerek gitmemiz gerektiğini söylüyor bu şehit annesine. Yok edilen köylerine dönen ailelerden birinin evinde öğle yemeği yiyeceğiz zira. Programımız gecikmeli devam ettiği için yemek hazırlayan kadınları zaten çok beklettik. Daha fazla oyalanmadan gidiyoruz.

Armina, hem bu kadınlara gelir olması, hem de onları yakından tanımamız için öğle yemeğini bu şekilde ayarlamış. Bu köyün geri dönen kadınları şimdi erkeksiz. Dağların arasında kurulmuş çok güzel bir ova köyü burası. 33 hane var köyde. Tepedeki evler boş. Yeni yapılmış evler, inanılmaz bakımlı bahçeler. Issız ve sessiz... Başka ülkelere kaçan pek çok aile geri dönmeyi reddetmiş. Gelenler, ölülerimize sahip çıkmak için geldik, diyor; onları burada yapayanlız bırakamazdık... Bazılarının çocukları başka ülkelerde evlenip aile kurmuş. Tatillerde annelerini ziyaret ediyor ve bahçe bakımına yardımcı oluyorlarmış. Bunca bakımlı koca bahçelere sadece bu kadınların baktığına inanamıyoruz. Az miktarda şehit ailesi maaşı bağlamış hükümet. Yaptıkları el işlerini ve bahçe ürünlerini satarak geçiniyorlar. Onları almak isedik. Fazla para vermek istediğimizde kabul etmiyorlar. Sadece ürünlerinin karşılığını verebildik. Bize bilgi veren Amina Hasanoviç köylerine yeni Sırp aileler yerleştirildiğini söylüyor. Bahçe ile ilgili anlaşmazlık yaşanıp Sırp komşularıyla tartıştığında polisi aradığını, ama Sırp polisinin gelmediğini söylüyor. O da arabaya atlayıp hemen polise gidiyor. Hangi polis memuruyla konuştuğunu, neden gelmediklerini soruyor. Bunu polisi arayıp da gelmedikleri her seferde yapıyor. Onları vazifelerini yapmaya zorlamak istediğini söylüyor. Ben burada kendilerini güvende hissedip hissetmediklerini soruyorum. Amina, korkmuyoruz, diyor, kaybedecek bir şeyi kalmamış insanların edasıyla. Sırpların savaşta aslan kesilseler de barışta bir şey yapmayacaklarını düşünüyor. Onların ne zaman barışı bozmaya karar verip savaş ilan ettiğini nereden bileceksiniz ki, demek geliyor içimden. Ama akrabaları veya tanıdıkları onları ziyarete geldiklerinde geceleri tedirgin oluyorlarmış. Amina konuşurken bahçede kurutulmak üzere özenle iplere asılmış çamaşırlara gözümüz kayıyor. Sadece kadın çamaşırları. Çok garip bir duygu bu. Çocuk cıvıltısı ve erkek sesi olmayan bir köy. Tek tük yeni evli çiftler varmış köyde. Efsanevi güçlü Amazon kadınları gibi her şeyi tek başına çekip çeviriyor bu cesur ve güçlü kadınlar. Güzelim bahçede harika bir öğle yemeğinin ardından kahve eşliğinde pasta ve tatlılarımızı yerken merak ettiğimiz şeyleri soruyoruz onlara. Çok güçlü bir komşuluk dayanışması olduğunu söylüyorlar. Burayı yaşanabilir kılan önemli bir etken bu. Bu kadınlara hepimiz hayran oluyoruz. Adem, bizi çok duygulandıran güzel bir aşr okuyor Bakara Suresi’nden: „Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Onlar diridirler, ama siz hissetmezsiniz...“ (154. Ayet).

Adem şehitlerin ruhuna Kur’an okumak istediğini söylediğinde, Amina yavaşça kalkıp başörtüsü getirdi içeriden kızı ve kendisi için. Kur’an tilavetini, isteyen başını örterek, isteyen başı açık dinledi. Bu, hiç bir müdahaleye ve gerilime sebep olmaksızın, doğal bir süreçte yaşandı. Akşam konserlerini dinleyeceğimiz kimi başörtülü kimi başı açık kız ve kadınların yer aldığı kadın-erkek karışık müzik grubu karma bir dinleyici topluluğuna ilahi söylerken de dini yaşantılarındaki aynı doğallık dikkatlerimizi çekti. Savaş sonrası, İran, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi ülkeler kendi dini algı ve yaşantılarını ihraç etme peşinde Bosna’ya. Umarım hiç biri bu konuda başarılı olamaz ve Bosna kendi doğallığı içinde Avrupalı bir Müslüman ülke olarak kendi tarzını sürdürür. İslam dünyasında pek çok kez yaşanan ideolojik kökenli gerilim ve tartışmaları kendi dünyasına taşımaz, özgünlüğünü mahafaza eder.

Amcasını ve kuzenlerini, daha kendisi dünyaya gelmeden Srebrenitsa’da toprağa vermiş olan Adem’in okuduğu aşr-ı şerifin ardından yaptığı küçük konuşma bizi yeniden gözyaşlarına boğuyor. Geziye katılanlardan biri olan İranlı Fateme, Amina’ya sarılıp vedalaşırken büyük bir duygu patlaması yaşıyor. Haykıra haykıra ağlıyor. Fateme’yi zor sakinleştiriyor ve onlarla vedalaşıyoruz. Ekip Tuzla’ya doğru yola koyuluyor.


Tuzla / 05.08.2014


Tuzla, Bosna-Hersek Federasyonu’na bağlı Tuzla Kantonu’nun merkezi. Tuzla’da, öğrencileri şu anda yaz tatilinde olması sebebiyle boş olan Medrese’nin (Behram-Begova Medresa)4 yatakhane bölümünde kalacağız. Otobüsümüzün sürekli sorun çıkarması sebebiyle saat 22.00’de varıyoruz Medrese’ye. Duygusal yoğunluk ve uzun süren rahatsız otobüs yolculuğu bizi yorgun düşürdü. Gençler şehir merkezine yemeğe gidiyor. Ben hemen yatıyorum. Doğrusu, açlık da hissetmiyorum. Erkekler erkek bölümünde, kadınlar kızlar bölümünde kalacak. On iki kişilik ranzalı odada biz iki kişi kalıyoruz Fateme’yle. Yatakane temiz, ama odaların kalabalıklığı bizi şaşırtıyor. Almanya’nın tek kişilik, mutfak ve banyolu odalarında kalan öğrenciler, bu yatakaneleri görünce şok oluyorlar. Son derece boğucu ve sıkıcı bu kalabalık odalarda kızlar nasıl bir sene geçiriyor acaba? Ertesi gün kahvaltıda erkeklerle buluştuğumuzda erkek öğrencilerin dörder kişilik odaları olduğunu öğreniyoruz. 500 kişilik okulda kız ve erkek öğrenci sayısı yarı yarıya eşit oranda aslında. Bu eşitsizlik, Kur’an’daki miras eşitsizliğinden de öte. Demek ki Müslümanlar Kur’an’ın indiği dönemden 15 asır sonra kadın-erkek eşitliği konusunda ileri değil, geriye doğru adım atmış. Bu fiziksel eşitsizlik, algıdaki eşitsizliği besliyor. Fiziksel eşitsizliğin değişmemesi, tam aksine geriye gidişi Müslümanların dünyadaki hal-i perişanını çok güzel açıklıyor. Ve bu değişmedikçe İslam’ın kadına pek çok haklar bahşettiği söylemi Müslümanların kendini kandırmasından başka bir işe yaramıyor. Tanışma toplantısında Medrese dekanına kız öğrencilere neden bunun reva görüldüğünü sorduğumuzda, yerlerinin yetersiz olduğu, talebi karşılayamadıkları, genişletme çabalarını sürdüğünü söylüyor. Ama onun açıklamaları, neden aynı sayıda oldukları halde erkeklerin 4 kızların 12 kişilik odalarda kaldığı sorusuna cevap vermiyor. Kadın dekan yardımcısı veya idari işlerde kadın meslektaşları olup olmadığını sorduğumuzda ise, yine duymaya alışık olduğumuz argümanları sıralıyor dekan. Kendilerinin neredeyse 24 saat çalıştığını, kadınlara bu şartların ağır geleceğini söylüyor. Gezinin ilk günü gerçekleşen sempozyuma izleyici olarak katılan 16 Bosnalıdan 12’sinin kız öğrenci olması dikkat çekici değil mi? Tatilinden zaman ayıran, ailesini evde bırakan neden kız öğrencilerdi acaba?! Dekan Bey’in argümanını yerle bir eden reel durum bu. İdareciler böyle bir soru ve eleşitiri beklemedikleri için biraz şaşırıyor ve tedirgin oluyorlar. Dekan, toplantı sonunda eşinin diş randevusu olduğu için eve çocuklara bakmaya gitmesi gerektiğini söyleyip erken ayrılıyor. Bu 24 saat çalışma meselesini kritik etmek gerekiyor aslında. Bunu bir marifetmiş gibi anlatan beylere, bunun hastalıklı bir durum olduğunu hatırlatmak gerek. Zamanla yaşam tarzı şekline dönüşen bu durum bir tür bağımlılık ve her bağımlılık gibi hastalıklı. Toplantı sonrası Armina, eşitsizliğe dair bu sorunun göndeme geldiğini duyduklarında kız öğrencilerin gözlerinin ışıldadığını, çok sevindiklerini anlatıyor.

Kız ve erkek öğrenciler bazen beraber, bazen ayrı ders görüyorlar. Beraber de ders görmelerine sevindim. Bu, normalleşmeyi getiriyor çünkü. Ama kızlar okulda ve okul dışında başını örtmek zorunda. Hatta okulu bitirdikten sonra da. Öğrenciler okul için çok az bir ücret ödüyorlar, bütün ihtiyaçları karşılanıyor ve bunu kabul ederek okula başlıyorlar. Bu Medresemizin şartı, diyor Dekan. Müslüman kimliği taşınması gereken bir şeyse ve görünürlüğü bu kadar önemliyse, bu ödev neden kadınların omuzlarına yükleniyor acaba? Yorum yapmadan geçiyorum. Dersler, Kur’an, tefsir, hadis gibi klasik dini ilimler, matemetik, fizik, kimya gibi tabii ilimler, Arapça, Türkçe, Almanca, İngilizce ve Latince gibi dil dersleri olmak üzere oldukça çeşitli. Bizdeki İmam Hatip Liselerine benziyor, ama biraz daha zengin bir ders programları var. Medrese yönetimi ve hocalar öğrencileri Türkiye, Almanya, Amerika ve Arap ülkelerinde eğitime devam etmeye yönlendiriyorlar. Ayrıca, öğretmenlerin % 40’ı Medrese’nin kendi mezunları.

Ertesi gün eğlenceli bir kahvaltıdan sonra – çayı şekerle kaynatmışlar, Fas’ta olduğu gibi; aşırı şekerli, tatlıları da öyle – şehir turuna çıktık. Tuzla, 25 Mayıs 1995 tarihinde, Sırp Cumhuriyet Ordusu’nun fırlattığı topçu mermisiyle 15-26 yaş arası 71 gencin katledildiği şehir. O günlerde bu haberle hüzne boğulduğumuzu hatırlıyorum. Çarşıda katliama kurban giden gençlerin isimlerinin yazılı olduğu anıtın önünde, rehberimiz, Tito zamanından kalma gençlik bayramının kutlamaları esnasında saldırı gerçekleştiği için ölenlerin hepsinin çocuk yaşta Boşnak ve Hırvat gençler olduğunu ve katliamın önceden planlandığını anlatıyor. Daha sonra 14. yüzyıldan kalma eski medresenin kalıntısını, küçük çarşıyı ve Osmanlı’dan kalma küçük camii ziyaret ettik. Rehberin, süslemelerinin orijinal haliyle kaldığını, hiç restorasyon geçirmediğini söylediği cami, tipik Osmanlı tezyinatına pek de benzemeyen renk ve desenlere sahip. Savaştan sonra yapılan yeni camiler hariç, bütün camiler Osmanlı döneminden kalma burada. Bu eski küçük cami zamanın bütün çabasına rağmen hala dim dik ayakta. Tuzla savaşta en az kayıp veren şehir olarak biliniyor. Savaşta, çoğu diğer şehirlerde direnişte ölmüş 400 şehit vermiş Tuzlalılar.

Burada, hepimizi hayran bırakan, medresenin külliyesi içindeki camiye değinmeden geçemeyeceğim. Son derece fonksiyonel ve modern mimariye sahip bu cami benim hayallerimdeki ibadet yeri. Açılıp kapanabilen bölümlere sahip yüksek tavanı, bembeyaz ve sade duvarları, yerden tavana kadar uzanan geniş devasa camlardan oluşan cephesi, tamamen kendi tasarımları olan, toprak, hava, su ve bitki sembollerini birleştirdikleri yaşamı tasvir eden köşe süsü desenleriyle son derece sade bembeyaz halıları, üfül üfül esen ve asla ayak kokusu olmayan, tam hayalimde tasavvur ettiğim bir cami burası. Öğrenciler namaz kılıyor, ders çalışıyor, camide namaz kılanları rahatsız etmemek şartıyla oturup sohbet ediyorlar. Gerektiğinde sandalyeler konup toplantı salonuna dönüştürülebiliyor. Enstitü olarak böyle bir camiye Frankfurt’ta da sahip olma hayaliyle ayrıldık camiden.

Öğle yemeğinde, Tuzla Medresesi mezunlarından olup şimdi Frankfurt’ta eşimin öğrencisi olan Adem’in ailesine misafir olacağız. Medrese’ye çok da uzak olmayan Adem’in evine gittiğimizde yine inanılmaz sevgi ve ilgiyle karşılandık. Bahçedeki geniş çardağa hazırlanmış nefis sofra iştahımızı kabarttı. Sebzeli tavuk ve dometes çorbası, etli, peynirli, üzeri kaymaklı nefis Boşnak böreği, o gün bizim için kesilen koyun çevirme (burada çok yaygın bir yemek bu) ve tavuk, patates, salatalar, tatlı ve pastalarıyla çok zengin, nefis bir menü idi gerçekten. Bu eşsiz misafirperverlikten başımız dönmüş bir vaziyette ayrıldık Adem’in güzel bahçeli evinden ve yüreği sevgi dolu ailesinden. Akşam Adem’in de kurucularından olduğu gönüllülerden oluşan koronun sadece bizim için verdeceği konseri dinlemeye gittik. Amatör bir koroyla karşılaşacağımızı düşündüğümüz sahnede bizi 7’sinden 35’ine kadar farklı jenerasyonlardan kadın-erkek karışık, kalabalık bir koro karşıladı. Çoğu Türkçe olan ilahilere göz yaşlarıyla eşlik ettik, kıvrak Boşnak türküleri ve 12 yaşında küçük bir erkek çocuğun okuduğu şehitler için yazılmış şiiri ayakta alkışladık. Şiiri okuyan Ammar’a babası 11 yaşına kadar savaşa dair hiç birşey anlatmamıştı ona. Bütün ailesi Srebrenitsa’da katledilen Ammar’ın babası, bunu oğlundan saklamıştı. Hem çocuğunu kin ve öfkeyle büyütmek istemediği, hem de böyle bir acının küçük bir yüreğin kaldırabileceğinden çok ağır olduğunu düşündüğü için. Ancak Ammar okulda bir resim görür ve bunun ne olduğunu sorduğunda öğrenir acı gerçeği. Koşarak eve gelir ve babasını soru yağmuruna tutar. Daha fazla saklamanın mümkün olmadığını görünce, acı hikayeyi anlatır babası ve şehitlere yazılan bu şiiri okur ona. Ammar gözyaşları içinde dinlediği bu şiiri o günden beri ağlamaktan okuyup bitirmeyi hiç başaramamış. Ama bugün heyecanla okuduğu bu şiiri, sesi gidip gelse de, ilk kez sonuna okumayı başardı. Hepimizi gözyaşlarına boğan bu şiiri Adem şu anda tercüme etmeye takati olmadığını, ama Almanca çevirisini e-mail adreslerimize göndereceğini söyledi.

Devletten ne bu koro için ne de şehitleri hatırlama anıtı için destek alamayan bu insanlar sivil inisiyatifle, tamamen kendi çabalarıyla bunları gerçekleştiriyorlar. İşsizlik ve yoksulluk her yerde hissediliyor. Sokaklar çocuk ve kadın dilencilerle dolu. Daha önce Sırpların fabrikalarında çalıştıklarını, şimdi ise çalışmak için bir fabrika ve işletme olmadığını, kısa süreli düşük işçi ücreti alarak Almanya’ya işçi olarak gittiklerini söylüyorlar. Emeğin sonuna kadar sömürüldüğü, çaresizliği kullanan kapitalist sistem onları kayıt dışı çalışmaya mahkum ediyor.

Armina, bizlerin çok sevdiği Boşnak lider Aliya izzet Bogaviç’ten çok da hoşlanmıyor. Onun sıradan bir siyasi kişilik olduğunu, Türklerin onu haksız yere çok yücelttiğini söylüyor. Mostar’a giderken otobüsümüzün azizliği sayesinde zorunlu mola verdiğimiz yol kenarındaki bir lokanta hariç, hiç bir yerde onun resmini görmedik. Tarihin manipülasyonu yeni bir şey değil elbette. Atatürk kimileri için Türk halkını yeniden yaratan bir kahraman, kimileri için de bir hain. Aliya İzzet Begoviç de biz Türklerin algıladığından farklı olarak, en azından kimi Boşnaklar için sıradan bir siyasetçi anlaşılan...


Mostar / 07.08.2014


Mostar’da da Saraybosna’da olduğu gibi iki ayrı aile işletmesinde kalacağız.6 Birkaç kişilik odalarda kalmak belli bir yaşam kalitesine alışan katılımcılara biraz zor geliyor, ama hiç kimse sorun çıkarmıyor. 22 kişilik çok güzel ve uyumlu bir grup gezi ekibimiz. Bosna, tarihin bir döneminde donmuş kalmış hissi veriyor bana. Sanki modern, kapitalist, bencilliği besleyip diğergamlığı öldüren, insanları kendi küçük dünyalarına hapseden zamanın etkilerinden uzakta, tarihin bir sahnesinde donup kalmış. 14., 15. ve 16. yüzyıllardan kalma camiler, hamamlar, evler, insanın bu algısını besliyor. Küçük işletme sahiplerinin misafirperverliği ve candan tavırlarını unutmamız mümkün değil. Diğer otelde kalan grubun ev sahibesi Saadeta, bugün bizimle birlikte gezdi Mostar’ı. Yarın Hureyre ve Dilruba’nın ailesi Bosna’ya gelecek, biz Almanya’ya döneceğiz, onlar da aileleriyle birlikte Türkiye’ye devam edecekler. Saadeta onlara, ailelerini akşam burada ücretsiz misafir edebileceğini söylüyor. Sabah grubun çamaşırlarını yıkamış, bir güzel de ütülemiş. Akşam bize çok güzel bir veda partisi hazırlamış. Kendisi avukat olduğu halde yazın otel işleterek hayatını kazanıyor. Bosna’da pek çok insan mesleğini işsizlik yüzünden icra edemiyor. Sevgili Saadeta bizleri memnun etmek için pervane oluyor. Kahvaltıları da harika. Burada özellikle kaymağı mutlaka denemelisiniz. Çok lezzetli zira. Ayrıca kendi ürünü ballardan inanılmaz ucuz fiatlara alarak Almanya’ya götürüyoruz. Saadeta ile ortak bir dilimiz yok. İngilizce de bilmiyor. Ama yüzünden hiç eksilmeyen tebessümle kalp dilini konuşturuyor.

Neretva ırmağı üzerine kurulmuş, şehrin bir tarafı Hırvat diğer tarafı Boşnak iki yakasını bir gerdanlık silüetiyle birleştiren meşhur Mostar Köprüsü’ne bayılıyoruz. Köprü çok kalabalık, turist kaynıyor. Köprünün ayaklarında tarihi yapısını tümüyle koruyan, eskiden mısır öğütmek için kullanılan, şimdilerde lokantaya dönüştürülmüş tarihi bir değirmende nefis bir akşam yemeği yiyoruz. Güneşin batışını seyretmek başka bir güzel Mostar Köprüsü’nde. Ertesi gün Köprü’nün yanındaki müzede savaşta gün begün Mostar Köprüsü’nün tahrip edilişini gösteren belgesel filmi izliyoruz. Savaş sonrası köprünün suya gömülen parçalarının sağlam kalan kısımları Macar dalgıçlar tarafından sudan çıkarılmış, aslına uygun olarak Türkiye tarafından restore edilmiş ve 2004 yılında hükümetten pek çok milletvekilinin de katıldığı muhteşem bir açılış programı televizyondan naklen verilmişti. Hidayet katıldığı açılış töreni sonrasında şehre hayranlığını anlatmıştı bize. Köprünün sembolik değeri büyük Bosnalılar için. Koca Sinan’ın öğrencilerinden Mimar Hayreddin’in eseri olan köprü gerçekten çok güzel. Mostar Köprüsü, eski Mostar şehriyle birlikte 2005 yılında Dünya Mirasları Listesi’ne eklenmiş.

Diğer gittiğimiz Bosna şehirleri gibi Mostar’da da binaların çoğu kurşun izleriyle dolu. Aradan geçen 18 yıla rağmen hala fiziksel izler bu kadar canlı iken barış nasıl sağlanacak halklar arasında. Barışı sağlamak çok zor görünüyor. Üstelik Armina uluslararası güçlerin ayrılıkçı duyguları beslemeye devam ettiklerini söylüyor. Dinsel ve etnik ayrımcılık uluslararası güçler tarafından kaşınmaya devam ediyor. Türkiye, İran, Suudi Arabistan gibi Müslüman ülkeler Müslüman Boşnaklara, Rusya Ortodoks Sırplara, Avrupa ise Katolik Hırvatlara maddi yardımda bulunarak ayrımcılığı güçlendiriyor ve öteki bilincini desteklemeye devam ediyor. Ne yazık ki, dinler birleştici fonksiyonları yanında çok güçlü ayrıştırıcı bir rol de üstlenebiliyorlar.

Çocuklar ayrı okullara gidiyor Bosna’da. Aynı okul binasını kullanma durumunda kaldıkları yerlerde ise, mesela sabah Boşnak, öğleden sonra Sırp çocuklar okula gidiyorlar. Çocuklar ayrı ayrı tedrisat görüyor ve farklı tarih anlatılıyor. Beslenen ve kaşınan öteki üzerinden kimliğini tanımlama, ortak bilici ve barışı tehdit ediyor. Ateşle barut gibi, yan yana, küçük bir kıvılcımla patlamaya hazır yaşıyorlar. Bu her yerde çok açık hissediliyor. Armina her grubun kendi dini sembollerini daha yükseğe dikme yarışında olduğunu, gök yüzünde nereye kadar gideceklerini merak ettiğini söylüyor ironiyle.

Burada Almanya ve Avusturya’da olduğu gibi, dinlerin organiyasyonu ilgili cemaate bırakılmış. İslami konularda karar ve fetva mercii, Bosna İslam Cemiyeti. Dolayısıyla, her dini konuda Cemiyet’in onayı gerekiyor, devlet müdahale edemiyor. Cemiyet üniversitelerin İslam bölümlerindeki profesör atamalarına karışmıyor, ama ders programları hakkında söz sahibi. Bize yansıdığına göre, akademisyenler bu durumdan pek hoşlanmıyorlar; bu anlamda Cemiyet ile İlahiyatçılar arasında gerilim var. Almanya da aynı modele doğru gidiyor ve orada da akademisyen İlahiyatçılarla İslami organizasyonlar arasında benzer bir gerilim var. Bu modelin artı ve eksileri var kuşkusuz. En büyük sakıncası, son tahlilde üniversitelerin özgür bilim yapmalarının önünde bir engel olabilme potansiyeli. Bence üniversiteler siyasete ve dini organizas-yonlara karşı ilmi ve düşünsel bağımsızlıklarını korumalılar.

Akşam Armina’nın yeğeninin de içinde olduğu folklor ekibi bize çeşitli danslardan oluşan bir gösteri sergiliyor. Son derece hareketli danslardan oluşan bir gösteri izliyoruz. Sonunda beraber halay çekiyor, çok eğleniyoruz. Ardından, Armina’nın ailesine çay içmeye gidiyoruz. Bahçede çay, ikramlar, sohbet ve gitar eşliğinde şarkılar bize çok iyi geliyor. Artık adet olduğu üzere Adem’in okuduğu bir aşr-ı şerifle ziyarete son veriyoruz. Armina’nın babası bundan çok memnun kalıyor. Yorgun bir vaziyette geç vakitte otele dönüyoruz.

Ertesi gün Mostar yakınlarındaki bir Bektaşi tekkesini (Tekke Balagaj) ziyaret ediyoruz. Burası gezimizin son durağı. Tekke çok yüksek bir kayadan dağın altındaki bir mağaradan çıkan kaynağın hemen yanına kurulmuş. Güneydoğu Avrupa’nın en büyük ve en tanınmış kaynağı, büyük Buna ırmağını oluşturuyor. Suyun berraklığı ve soğukluğu inanılmaz. Tekke bana dedemin inşaat ustalığı yaptığı gençlik yıllarında köyün en güzel ve en yüksek mıntıkası olan köy meydanı yakınına yaptığı, çocukluğumun yaz tatillerinin geçtiği anneannemin evini hatırlatıyor. Bu eve gitmeyi ne kadar çok severdik kardeşimle. Ama rahmetli son derece katı ve otoriter babaannemden kısacık bir izin çıkardı ancak. Odalardan birine yere bağdaş kurup oturuyorum. İnsanlara güzel çocukluk anılarını hatırlatan herşey gibi burası bana büyük bir huzur veriyor. Tekkenin yanında ziyaretçiler ve turistler için yapılmış lokantada balık yiyoruz.7 Tekkede yıllar boyu uzlet ve az yeme ritüellerini yaşayan dervişlerin aksine, ziyaretçiler tekkeyi gezdikden sonra hominide gırtlak yemek yiyor. Bu, mütevazı tekkenin kendinden sonraki nesillere aktaramadığı bir geleneğin hazin sonu olarak görünüyor bana. Burayı özenle yapan dervişlerin, onların öncüsü Sarı Saltuk’un kemikleri sızlıyor mudur acaba?!

Bugün Fateme’nin doğum günü; yemeğin sonunda tüm gruba ikram ettiği bir tatlı ile onun doğum gününü kutluyoruz. Lokanta sahibi, alabalık ve yılan balığı gibi tatlı su balıklarını kendisi yetiştiriyor. Türkiye’den çok fazla turist var burada. Manzara, tekkenin mimarisi, yeşile çalan soğuk kaynak suyunun rengi, lezzetli balıkların sunumu bizi büyülüyor.

Otobüste dönerken Armina savaşta anne-babasını yitiren çocukların kaldığı Yetimler Yurdu’ndan bahsediyor. Ancak, bu yurtta, savaş esnasında düzenli olarak tecavüze uğramış kadınlar arasından hamile kalan, çocuğunu dünyaya getiren, ama onu görmek istemeyen annelerin çocukları da var. Bu çocuklar hayatları boyunca bu istenmeme hissini, sevgi değil şiddet ve zorbalık ürünü olma acısını ve gayrı meşru çocuk damgasını taşıyarak yaşayacaklar. Tecavüze maruz kalan kadınların ve istenmeyen çocuklarının bu dramı, iki ayrı kanayan yara. Savaşlarda tecavüzün bir silahı olarak kullanılışı belki insanlık tarihi kadar eski. Ancak, Bosna’da binlerce kadın belli kamplarda düzenli olarak cinsel şiddete maruz kalmış. Bundan sonra Boşnakların değil Sırpların çocuklarını doğuracaksınız, diyerek gece gündüz sistematik olarak tecavüz edilen bu kadınlar, çocuklarını ya doğurmaya zorlanmış ya da hayatlarını tehlikeye atma pahasına ilkel yöntemlerle çocuklarını düşürme yollarına başvurmuşlar. Bu kamplarda tutulan kadınların sayısının 20 bin ile 50 bin arasında olduğu düşünülüyor. Bosnada bu konu bir tabu. Kimse bu konuda konuşmak istemiyor. Ancak, liseye giden kızı ile beraber kendisi de tecavüze uğrayan Bakira Haseçiç, cesurca, Bosna’da savaşta tecavüze uğrayan kadınlara psikolojik destek amacıyla Boşnak, Hırvat ve Sırp kadınlardan oluşan – zira savaşta tecavüz mağdurlarının çoğu Boşnak kadınlar olsa da, intikam olarak Hırvat ve Sırp kadınlara da tecavüz edilmiş – Bosnalı Savaş Mağduru Kadınlar Derneği’ni kurdu. 25 bin kadını yaşadıklarını anlatmaya ikna etti ve bu belgelerle Lahey Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’ne başvurdu. Züleyha Özbaş, Cinsel Silah ve “Grbavica” başlıklı makalesinde, savaş silahı olarak tecavüze başvurulmasının arkasında yatan ataerkil zihniyeti, Bosna’daki tecavüzleri ve tecavüze maruz kalan bir anne ile dünyaya getirdiği kızının yaşadıklarını anlatan “Grbavica” adlı filmi ayrıntılı olarak analiz ediyor. Özbaş, Ania Loomba’nın Kolonyalizm-Postkolonyalizm (2000) adlı kitabından haraketle, cinsellikle kolonyalizm arasındaki ilişkiye değiniyor yazısında. Sanat eserlerinde, özellikle resimlerde, kıtalar kadın şeklinde temsil edilir, sahip olunabilir, yağmalanabilir, keşfedilir, fethedilir. Tecavüzde ve savaş tecavüzleri özelinde de, sahip olma, hükmetme, erk kurma istemi belirgin hale gelir, kıta ve kadın bir tutulur. Kolonyal dönemin başlangıcından sonuna kadar kadın bedenleri fethedilen ülkeyi simgeleştirir. Loomba’ya göre, Freud’un kadınların cinsel hayatını ‘karanlık kıta’ olarak betimleyişi de, kolonyal tahakkümün, kadını keşfedilmesi, yağmalanması ve sömürülmesi gereken bir kıtaya benzetmesinin, toplumsal cinsiyet farklılıklarıyla ırk farklılıklarını birbirine benzetmesinin bir göstergesidir. Okumanızı hararetle önerebileceğim güzel bir inceleme yazısı…

Hatırlanacağı üzere, BM barış elçisi seçilen Angelina Juile 2010’da ilk kez yönetmenliğini kendi yaptığı ve büyük tartışmalara sebep olan bu kampları anlatan “Savaş ve Aşk” adlı bir film çekimine başlamış, hem Sırpların protestolarına hem Boşnak askerlerin eleştirilerine sebep olan filmin galası 2012’de Bosna’da 5 bin kişinin katılımıyla gerçekleşmişti. Bu film, Bosna’da yaşananları dünya gündemine taşımıştı. Gezimiz sona erdi. Ama bu grup gezisinde bir kez daha anladım ki, uyumlu bir grup gezisi yapmak sadece aile ile yapılan gezilerden çok daha keyifli. Grup üyelerine en içten teşekkürlerimi sunuyorum.



Ammar’ın Müzik Gecesi'nde bizim için okuduğu şiir:


Tek vatanım var, adı Bosna Hersek, başkası olamaz

Tek vatanım var, adı Bosna Hersek, başkası olamaz Kanımda ve bütün hücrelerimde Bosna’nın tuzu, altını, gümüşü, kömürü ve madenleri Kanımda Bosna hersek akıyor, başkası olamaz İçimde Bosna’nın ırmakları, çayları, kaynakları, dağları, ormanları, Başımda Bosna’nın gökyüzü Başkası olamaz Vatanım Bosna Hersek, başkası olamaz Camileri, tekkeleri, türbeleri, mezarları, hamamları, bezistanları Başı şeritlerle ve başörtüyle süslü akıllı kızları Okullarında öğretilmeyen Uzak ve bilinmeyen sokaklarda oturan Suskun, ama bilgileri gözlerinden okunan bilgeleri Tek vatanım var, adı Bosna Hersek, başkası olamaz Çayırım Bosna çayırıdır, evim Bosna evi Evimin önündeki kiraz ağacı, yıldız, şakayıklar Ihlamur ağaçları, latife, kadife çiçekleri Laleler, yaban kerevizi; hepsi, benim Bosnam Düğünüm Bosna düğünü, yemeğim Bosna yemeğidir Yaprak dolması, şiş kebap, bamya, börek, hoşaf, lokum, kadayıf, kurabiye Hepsi Bosnamın yemekleri Tek vatanım var, adı Bosna Hersek, başkası olamaz O dedemin ve onun babasının verdiği ad Vatanım, kutsal mihrabım Bosna’da öldürülen 250 bin şehit, tecevüze uğrayan, öldürülen kadınlar ve çocuklar Benim ülkem suçlu ve ben suçluyum Ama söz veriyorum şehit ve gazilerime, onları asla unutmayacağım Tek vatanım var, adı Bosna Hersek Başkası olamaz Ve vatanımın anası Türkiye’dir Başkası olamaz




 
 
 

Comments


bottom of page