bir 28 şubat hikayesi
- Nuriye Özsoy
- 28. Feb. 2016
- 9 Min. Lesezeit

Ankara Kasım 2006
Takvim 31.10. 2000’i gösteriyor. Yer, Keçiören Ankara. Bugün Müdür Bey beni dersten çağırttı. Kapalı zarfın içinde ‘memuriyetten ihraç’ edildiğime dair yazıyı tutuşturdu elime alelacele. Sınıftaki eşyalarımı almamı söyleyip, derse devam edemeyeceğimi bildirdi. Benim kulaklarım uğulduyor ve söylenenleri algılamaya çalışıyorum. Müdür daha bir kaç gün önce teslim aldığım pasomu istedi, gözümün önünde yırttı ve çöpe attı. “Kendinize ve öğrecilerinize yazık ettiniz Hocanım; bunun bedelini ödeyeceksiniz, ahirette hesabını vereceksiniz” dedi. Zira kendisi sürekli başımı açmam gerektiğini tekrarlar, açamıyorsam karısının yaptığı gibi – eşi de başka bir okulda benim gibi öğretmendi – peruk takmamı önerirdi. Hatta peruk o kadar yakışıyormuş ki karısına, ona “sen evde de peruk tak en iyisi” dediğini her fırsatta anlatırdı. Bana bir gün “saçlarınız çok mu güzel, açınca erkeklerin gözü mü kamaşacak Hocanım?” demişti. Bu, iyi niyetli ama nerede ne söyleyeceğini bilmeyen insan, okul müdürüydü ne yazık ki; hatta sonraki yıllarda AKP hükümetinin iktidarı döneminde İl Milli Eğitim Müdürlüğün’de Şube Müdürü olmuştu. “Şimdi öğretmenlik hayatın sonsuza kadar sona erdi. Senin kadar iyi bir öğretmeni bu çocuklar nereden bulacak sanıyorsun. Üstelik devletin senin için harcadığı paralara ihanet ettin, onları sokağa attın, yasaklara direnip görevden atılmakla” demişti. Benim elimdeki yazıya inanmaz gözlerle bakıp gözyaşlarımı güçlükle tuttuğum o dakikalarda müdürümün ‘teselli sözleri’ bunlar idi. Görevime son verildiğine inanamıyordum, çünkü her memurun en yasal hakkı olan savunmam bile alınmamıştı.
Devlete, idareye, müfettişlere meydan okuyan bu gücü nereden alıyordum, bu soğukkanlılığım neren geliyordu? Bu onun için hep bir muammaydı. Kaç kez, dostça “Hocam hangi örgüte üyesiniz? Benim hanımı da toplantılarınıza götürün” tarzında sorularla güya kendince ağzımdan laf alma çabaları karşısında, kahkaha ile gülmek hissimi tutarak hep tebessüm etmişimdir. Bu dönemde bu tarz sorulara ben ve diğer başörtülü öğretmen arkadaşlarım defalarca muhatap olduğumuz için, bu son derece kanıksadığımız bir durumdu.
Dersimin bitmesini bekleme nezakati bile gösterilmeden kovulduğum okulumu, masum küçük öğrencilerimin merak ve şaşkınlık dolu bakışları arasında sınıftan çantamı ve ders notlarımı alarak terkettim. Konuşacak durumda değildim, yüzüm bembeyazdı. Sonraki günlerde velilerimin arayıp üzüntülerini bildirdikleri ve ne yapabiliriz dediklerini şimdi yüreğim burkularak hatırlıyorum. Ankara’nın bir kenar semtinde, pek çoğu yoksul aile çocuğu olan, ne aile içinde ne de toplumda yapılan haksızlıklara başkaldırma alışkanlığını çok da edinmemiş olduğunu zanettiğimiz bu çocuklar pankart hazırlayıp boykot yapmış, “öğretmenimizi geri istiyoruz” diye slogan atmışlar. Ben okuldan ayırılışımdan sonra okulun yakınından bile geçmemiş ve öğrencilerimi bir daha hiç görmemiştim. Bu olanları, olaylardan çok sonra, okuldan ayrılışımdan bir yıl sonra idari mahkemede davayı kazanıp, demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne inancımı ve ülkemin geleceğine ümidimi pekiştiren okula dönüşümle birlikte öğrendim. Öğretmenlerin ve idarecilerin gözlerine inanamadığı, mutlu, umutlu ama çok da uzun sürmeyecek bir geri dönüştü bu.
Yeniden, okuldan apar topar ilk kez atıldığım o talihsiz güne geri dönmek istiyorum: Sınıftan koşar adımlarla çıkmış, arabaya kendimi zor atmıştım. Arabamı çalıştırıp okulun bahçesinden çıktığımda artık sadece gözyaşlarımı değil haykırışlarımı da tutamıyordum. Okuldan evime kadar geçen 45 dakika boyunca öylesine haykırarak ağlıyordum ki, dışardan görenler beni çıldırmış sanabilirlerdi. Gözyaşlarından yolu göremiyor, her an kaza yapabilirim diye düşünüyordum. Eve girdiğimde okuldan eve nasıl geldiğimi hiç hatırlamıyordum. Sanki şuurumu kaybetmiştim. Allah’a şükür ki henüz sabah saatleriydi ve çocuklarımın okuldan geliş saatine daha çok vardı. O gün başlayan göz yaşları, ağlama krizleri aylar boyu devam etti. Henüz ilkokula giden büyük oğlum neden bu kadar ağladığımı soruyor, “anneciğim eğer müdürün seni üzdüyse ona gidip bunun hesabını sorayım” diyordu. Ben çocuklarımla bu olayları paylaşmadım. Onların küçük ve saf zihinlerini bulandırmak istemedim. Korkunç bir kamplaşmanın içine sürüklenmiş, ötekine öfke, düşmanlık ve nefret duygularını besleyen bir Türkiye’ye yeni fertler kazandırmak istemedim. Ülkem bir meczupluk, çılgınlık hali yaşıyordu. Başörtüsü örtenler ve örtmeyenler... Sanki başını örten bu insanlar birden bire Hüda-yi Nabit yerden fışkırmışlardı, daha önce bu ülkede yaşamıyorlardı. Sanki yedi yıldır bu ülkenin değişik eğitim kurumlarında başörtülü olarak çalışmamıştım da, buraya başka bir gezegenden ışınlanmıştım. Ne olduysa olmuş, birden düşman ilan edilmiştim. Aniden, bindiğim otobüste, girdiğim mağazada, gittiğim hastanede, girmek istediğim kütüphanede, mezun olduğum üniversitede bir gulyabani olmuştum. Yaşadığım sözlü tacizlerin haddi hesabı yoktu. Gidin bu ülkeden, siz gericileri istemiyoruz, diyordu her bir taraftan gelen sesler.
İdeolojik kamplaşma Türkiye insanının iliklerine kadar işlemiş ve entelektüelinden en sıradan vatandaşına kadar herkesi kıskıvrak içine almış görünüyor. Ötekinin acısına ve ona yapılan haksızlıklara bigane kalma refleksi çok keskin. Mesela bütün kitaplarını hayranlıkla okuduğum, çoğunlukla gerçek hayat hikayelerinden yola çıkarak romanlar yazan Ayşe Kulin’in, dindar insanlara yapılan haksızlığı, Cumhuriyet rejiminin onlarla hesaplaşmasını görmezden gelmesi benim hep canımı acıtmıştır. “ Bu ülkede bir dönem zulüm gören, haksızlağa uğrayan, fişlenen sadece sol kesim yok Ayşe Hanım, lütfen biraz etrafınıza bakın, biraz toplumun başka kesimlerini koklayın” demek gelir hep içimden onun kitaplarını okurken. Toprağı bol olsun, Mina Urgan’ın kendi hayatını yazdığı o şaheser otobiyografik romanını okuduğumda da hissettiğim hep bu can acıması duygusu olmuştur. Neden hayatın pek çok alanında son derece duyarlı olan bu insanlar, dindar kesimler söz konusu olunca gözlerini sım sıkı kapatmak, kulaklarını tıkamak yolunu tercih etmekteler?
Benim bu süreçte bütün yaşadıklarım, bana, ötekine yapılan haksızlıklara karşı duyarlılık kazandırması açısında önemli bir katkı sunmuştur. Bu hak arama sürecinin bana Kürt, solcu ve eşcinsel insanları dinlemeyi ve onların sıkıntılarını anlamayı öğettiğini asla inkar edemem.
Nihayet mahkeme süreci başladı. Eşim dışında kendi ailem dahil çevremdeki hiç kimse, zaten işsiz kalmakla delinen bütçeme, üstüme yığılan borçlara yenilerini eklememi, mahkeme ve avukatlara para yatırmamı istemiyordu. Memuriyetten atılma kararlarına itirazların sistematik olarak kaybettiği mahkemelerde bütün davalar olumsuz sonuçlanıyordu. Benimki de bunlara bir yenisini eklemekten başka neyi getirecekti? Ama hala hukukun üstünlüğüne inanan, ülkemde onurlu hukuk adamlarının var olduğunu düşünen, enerji dolu genç bir öğretmendim – o zamanlar otuz beş yaşındaydım. Benim gibi görevden alınan üç arkadaşımla birlikte, idari mahkemelerde teammüllerin aksine sözlü savunma yapma isteminde bulunduk. Bize gönüllü danışman avukatlık yapan, kendisine her zaman minnettar olduğumuz Levent Korkut Hocamız bile “boş verin, bu sözlü savunma işinden vazgeçin” demişti iyi niyetle. “Zaten çok yaralanmış olan sizleri mahkemede hırpalayıp incitebilirler” diyererek vazgeçirmek istemişti bizi. Ama biz, tozlu raflara üstüste yığılan bu dava dosyalarının cansız nesnelerden ibaret olmadığını göstermek istiyorduk: Her biri bir insanın hayatını mahveden, geri dönüşü olmayan tahribatlar yapan bu kararlar, sizin gibi etten kemikten sıradan insanlar hakkında alınıyor. Ve hukuka yüzde yüz aykırı – zira memuriyetten ilelebet atılma cezası Kılık Kıyafet Yönetmeliği’ne uymayan bir memura verilebilecek bir ceza değildi ve çok açık bir hukuk ihlali yapılmaktaydı – bu kararlar, tamamen siyasi ve konjonktürel kararlardı. Hukuk herkese lazımdı ve hukukun siyasallaşması her ferdi yaralayabilecek kötü bir gidişattı. Zira durum değişir, başka bir dönem gelir, bu silah başka bir kesime, bazen kişinin kendine bile dönebilirdi.
Şimdi savunmamı hazırlıyorum. Önce, benim gibi mağdur diğer arkadaşlarla birlikte, avukat arkadaşlarım Oya Işık, Selda Çiftçi ve diğer avukatlar Yusuf Çağlayan, Ahmet Karaman, Hüsnü Tuna, Cüneyt Toraman'ın destekleriyle savunmanın hukuki alt yapısını oluşturduk. Bu noktada, daha sonra temyiz dava dilekçesi hazırlama aşamasında da yardımlarını esirgemeyen İstanbul'dan avukat Fatma Benli’nin katkılarını minnetle anmadan geçmem kadirnaşinaslık olur.
Bir de yaşadıklarım kısmı var. Mahkemenin celb kağıdı geldiğinden beri, günlerdir hayali hakimler karşısında savunmamı yapıyorum. Uykularım harap, her seferinde hayali savunmam hıçkırıklara yenik düşüyor. Oysa mahkemede, duygu sömürüsü olarak görülebilecek gözyaşlarımın bana eşlik etmesini istemiyorum. Yaptığım onlarca provadan sonra mahkeme günü geldi çattı.
Ben, eşim ve bir kaç arkadaşım, mahkemede sıranın bana gelmesini bekliyoruz. Bana destek olmak ve güç vermek için onlar soğukkanlı duruyorlar ama, benim heyecanım dorukta, neyle karşılaşacağımı bilmiyorum. İşte adımı okudular, ilk kez bir mahkemede bulunuyorum, hem de bir sanık olarak. Yüreğim bütün hızı ile çarpıyor, ellerim titriyor, sesimin titrememesi ve gözyaşlarıma yenik düşmemek için Allah’a yalvarıyorum. Kelimeler dudaklarımdan ardada dökülüyor. Üç erkek hakim dikkatle ve nezaketle dinliyorlar. Bir aralık sesim tiriyor, gözyaşlarım emrime itaat etmeksizin gözlerimden süzülüyorlar. Hakimlerden bunun için özür diliyorum. Başkan nezaketle, oturup biraz sakinleşmemi, beni bekleyeceklerini söylüyor. Yanımda, Milli Eğitim Bakanlığı’nın avukatı, mini etekli bir bayan. Kılık kıyafet yönetmeliğine uymadığımı ve buraya da başötülü gelerek bu suç isnadını ispatladığımı söylüyor. Oysa bu kadük yönetmelik, düştüğü ikilemi hiç farketmeyen avukat hanımın bakanlık memuru olması dolayısıyla kendi mini eteğini de yasaklıyor. Şimşek hızı ile aklımdan geçtiği halde bunu söylemiyorum. Zira ben sadece kendi hak ve giyinme özgürlüğüme değil, ötekinin haklarına da sahip çıkmadıkça bu ülkede hukukun üstünlüğünün ve demokrasinin yerleşebileceğine inanmıyorum. Çok değil, bir kaç yıl sonra siyasi konjonktür değişip bir kadın hakimin etek boyu ve makyajı bahane edilerek sürgün edilmesi – ve yanlış hatırlamıyorsam – görevden alınmasına karşı basın açıklaması yapan sivil toplum kuruluşları için imza vermekte bu yüzden bir an bile tereddüt etmedim. Yaklaşık bir saat süren savunmamda hakimler beni hiç sözümü kesmeden dinlediler. Memuriyetten savunmam alınmadan atıldığımı duyunca – ki, ilk savunmaya hasta ve raporlu olmam sebebiyle gidememiştim ve yasal olarak bana tekrar savunma tarihi verilmesi gerekmekteydi – benden hastalık raporumun aslını hemen kendilerine ulaştırmam gerktiğini söylediler.
Birkaç ay sonra elime geçen makeme kararı, hakimlere yapılan siyasal baskılara rağmen hala hukukun üstünlüğüne inanan hukuk adamlarının varlığına inancımı bir kez daha güçlendirdi. Ancak, diğer sözlü savunma isteğinde bulunan arkadaşlarım benim kadar şanslı olmadılar. Biri savunması beş dakika bile dinlenmeden kabaca susturulup hakarete uğradı, diğeri belki de cesareti kırıldığı için sözlü savunmaya gelemedi ve her ikisi de mahkemeyi kaybettiler. Eşim, bu savunma konuşmasında beni başka yönlerimle tanıdığını, beni anlamasında bu mahkemenin bir dönüm noktası olduğunu söyler.
Mahkeme kararıyla tekrar göreve dönüşümün ardından, üst mahkemenin idari mahkeme kararını bozup cezayı onaması çok sürmedi. Ve ben yine işsiz ve umutları kırılmış olarak evime geri döndüm, tam altı yıl. En verimli, en enerjik olabileceğim, ama acı dolu altı yıl. Kırıklık ve mücadeleyle geçecek altı yıl. Çocuklarımın okullarına bile gidemeyecek, öğrencilerin çıkış saatlerinde okulların yanından geçemeyecek kadar acılı altı yıl. Sizin yaşadıklarınızı yaşamamış dindar kadın ve erkeklerin dahi sizi asla anlayamayacağı altı yıl.
Defalarca depresyona girip acile kaldırılmıştım. Bir keresinde beni gece yarısı acile götüren, oldukça dindar bir insan olan bir yakınım – o zamanlar önemli bir okullar zincirinin de genel müdürü idi – “ne vardı kendini böyle harap edecek, açıp başını çalışsaydı, sağlığını kaybetmeye değer mi” dediğini hala hatırlıyorum. Onun kardeşlik duygusu ve merhametinden dolayı böyle düşündüğünden eminim. Ama dindarlarının ve dini cemaatlerinin, başörtüsünü dinin olmazsa olmazı kabul eden fikirlerinden aslında vazgeçmedikleri halde, sırf konjonktür öyle gerektiriyor diye insanların kimliklerini kabuk değiştirir gibi değiştirebileceğini zannederek bana ödün stratejisi önerdiği, psikiyastristlerinin beni rahatlatıp tedavi edeceği yerde benimle başörtüsü tartışması yaptığı garip bir ülkede yaşıyordum ben.
2004 Mayıs’ında Ankara Etap Altınel’de aile ve yoksulluk sorununa çözüm aramak üzere yapılan toplantıda, söz alıp, başörtüsü yasağının hem kadının kişisel gelişiminin, hem de aileye ekonomik katkı sağlamasının önünde ciddi bir engel teşkil ettiğini söylememle birlikte, toplantıya katılanların % 80’i dindar-muhafazakar çevrelerden gelen insanlar olduğu, hatta oturum başkanı İlahiyat kökenli olduğunu daha sonra öğrendiğim Ankara Üniversitesi’nden bir Profesör olduğu halde, provokatörlükle suçlanıp susturulduğumu hiç unutmuyorum. Orada ve başka ortamlarda yaşadığım bu tür dışlanmaların insanlar tarafından açıkça desteklenmesine ve bu meseleyi çok yakından bilenler tarafından en azından suskunlukla onaylanmasına tanık oluşlarım, hayatımda büyük değişikliklere yol açacak ciddi kararlar almama vesile olmuş ve zihin dünyamda geri dönülmez değişikler yaratmıştır.
Beni boğan havadan kurtulmak isteğiyle kendimi dışarıya attığımda, toplantıya İstanbul’dan katılan bir STK başkanı yanıma gelip, bana “Nuriyeciğim, ne gerek vardı şimdi bunu dile getirmene, hem bu toplantıdan bir şey çıkacağına inanıyor musun?” diye sormuştu. Kendisi de başörtülü olan bu sivil toplum örgütü temsilcisinin, çalıştığı kurumun özelliği gereği yasakla yüzleşmediği ve benim yaşadığım sıkıntıları bizzat yaşamadığı için bu sorunun dile getirilmesinden rahatsızlık duyduğu, bu özgürlük mücadelesinin sonuçsuzluğuna daha baştan karar verdiği halde, toplantıya milletin vergi paraları ile en pahalı taşıma aracını (uçak) kullanarak gelebildiği ve beş yıldızlı bir otelde üç gün konaklayabildiği garip bir ülkeydi yaşadığım memleket. Toplantı sonrasında, toplantıya İstanbul MÜSİAD’dan katılan bir beyefendinin MÜSİAD’ın bu sorunla ilgilendiğini söylemesi üzerine, kendisine ne yaptıklarını sorduğumda, bu şekilde bir sorgulamaya cevap vermeyeceğini söyleyemek dışında bir cevabı olmadığı garip bir ülke. Doğruydu, İstanbul’da dindar işadamları bu sorunla yakından ilgilenmişler, mağdur olan genç ve güzel kadınlara ikinci eş olarak alma teklifinde bulunarak sorunun çözümüne ciddi katkıda bulunmuşlardı; haklarını yemeyelim. Konuyu Ahmet Taşgetiren o dönemde esefle köşesine taşımıştı. Çok agresiftik kimilerine göre. Doğruydu, agresiftik; zira bu soruna dindarların yaklaşımları karşsında taş olsa çatlardı. Milli Eğitim Bakanlığı’nda bürokrat olan bir üst düzey yetkili Bakanlık’tan atılan öğretmen sayısının bizim verdiğimiz rakamlardan çok daha yüksek olduğunu, sorunun konuşulduğu toplantıda değil de kuliste bana fısıldaması da başka acıklı bir durumdu.
Evet, başörtüsü yasaklarının her alanda var olmasının başörtülü çalışmak isteyen dindar kadınların, resmi özel her yerden uzaklaştırılmasının, aile ve yoksulluk konusunun irdelendiği, yoksullukla mücadele ve kadının rolünün tartışıldığı, kadının çalışması önündeki engellerin konuşulduğu bir toplantının konusu ile uzaktan yakından hiç bir ilişkisi yoktu! Biz bu sorunu her yere yamamaya çalışan bir alay kafayı yemiş kadınlardık! Bizim bu ülkede hatta bu gezegende hiç işimiz yoktu! Huzurla geçen toplantıların, iyiye giden ekonomik gidişatın, ülke istikrarının temeline yerleştirilmiş dinamitlerdik! İnsanların huzurunu kaçıran bir avuç kadındık!
Başörtüsü hikayeleri, yaşanan haksızlıklar ve zulümler, sadece laikçi çevrelerin değil, aynı zamanda onların bu zayıf ve çaresiz durumuna bigane kalan, kişiliklerini hafife alan ya da durumdan faydalanmaya yeltenen kimi dindar kesimlerin de hikayesidir ne yazkı ki...
Şimdi devletin lütfuyla affa uğrayıp yeniden göreve başladı bir kısmımız. Bana karşı işlenen bir suçun mağduru olarak beni kim affedebilir? Nasıl bir suç işeledim ki affa uğruyorum? Öğretmenlikten uzak geçen yılların, ilave ödeme yapmak kaydıyla emeklilik işlemleri için sayılması bana verilen en büyük lütuf! Bunun için Sosyal Güvenlik Kurumu’na ödemem gereken meblağ, benim hayatta hiç bir arada görmediğim, ancak rüyamda görebileceğim kadar çok. 28 Şubat mağduru erkeklere, örneğin subaylıktan uzaklaştırılanlara tanınan imtiyaz biz kadınlardan esirgenmekte ne yazık ki. Görevden alındığınız yıllar için ödeme yapma şansı ve tekrar görevlerinize geri dönme fırsatı verilmiş, daha ne istiyorsunuz?” diyor bir milletvekili, hak arayışımızı çok görerek ve bize şımarık çocuk muamelesi yaparak. ( Bu arada emeklilik primlerinin kurumlar tarafından ödenmesi kararı çıktı ve uygulandı. Ancak hala daha önce devletin mağdur ettiği memurlara uyguladığı, o yıllar içinde almaları gereken maaşların haksızlığın maddi telafisi için mağdurlara ödenmesi uygulamasına hükümet hala yanaşmış değil ne yazık ki).
Biz hala umut etmeye devam ediyoruz. Yapılan hukuksuzlukların bedelinin bize ödenmesini umutla bekliyoruz. Zira umut etmeyi bırakan insan yaşamayı bırakmış demektir. Hayatta olduğumuz sürece ümit etmeye devam edeceğiz. Demokratik hukuk devletine inacımızı hiç yitirmeksizin...
Hozzászólások