top of page

frankfurt'tan okul anıları

  • Autorenbild: Nuriye Özsoy
    Nuriye Özsoy
  • 23. Jan. 2016
  • 10 Min. Lesezeit

Bugün sizlere Frankfurt’ta Türkçe öğretmeni olarak görev yaptığım sürede tanıdığım ve yaşadıkları beni çok etkileyen Bulgar Türklerinden bir göçmen ailenin oğlu Rujin ve İzmir’den göçen bir ailenin oğlu Ali’nin hikayesini anlatmak istiyorum. Bu hikayeler bir yabancı ve bir göçmen olarak Almanya’da yaşanan ayrımcılığın boyutlarını ve küçük bir çocuğa yaşattıklarını anlatması bakımından çok çarpıcı. Büyük Alman filozof Hans Georg Gademer’in, insanlığın bunca kat ettiği mesafeye rağmen 21. yüzyılın en büyük sorununun “ötekileştirme” sorunu olacağı yönündeki tespiti oldukça dikkat çekici. Elbette ötekileştirme ve ayrımcılık sadece Alman toplumunun değil, farklı seviyelerde bütün toplumların sorunu. Hayatımın önemli kısmını yaşadığım öz vatanım Türkiye’de de elbette ötekileştirme ve ayrımcılığın pek çok örneği var. Bizler cinsiyet, din, cinsel tercih, cemaat, sınıf ve parti gibi pek çok sebeple ayrımcılığa uğrar veya uğratırız. Bu çocukların hikayesini anlatmaya başlarken, kendi ülkemde pek çok açıdan ve pek çok kere ayrımcılığa bizzat maruz kaldığımı, tarihe not düşmek açısından bütün bu ayrımcılık hikayelerini yazacağımı ve sizlerle bunları da paylaşacağımı belirtmek istiyorum. Sadece, bugünün payına düşen, Rujin ve Ali’nin hikayeleri...


Rujin’i, Frankfurt’ta çalıştığım okullardan birinde, haftada sekiz saat Türkçe dersinin yanı sıra Alman öğretmen arkadaşa yardımcı olmak için misafir öğretmen olarak katıldığım birinci sınıf derslerinde 2013 yılında tanıdım. Okul müdiresinin Türkçe dersleri yanıda, gönüllü olarak haftada iki saat de yardımcı öğretmenlik yapma teklifini severek kabul ettmiştim. Zira bizden çok farklı yöntemler kullanan Alman eğitim sistemini tanımak benim de arzumdu. Görev yaptığım beş yıl süresince, haftada iki saat misafir öğretmen olarak derse girmek bana çok şey kazandırdı. Almanya’da ilkokullarda kimi zaman derslere aynı anda birden fazla öğretmen girdiği için, bu onlara yabancı bir yöntem değil. Ayrıca, yeri gelmişken, bu konuda Alman okul sisteminin son derece şeffaf olduğunu da belirtmek isterim. Aslında veliler dahi öğretmenden randevu talep ederek çocuğunun dersine girip dersi izleyebilir. Velilerin bu haklarını, ben de, bu haklardan haberdar olmayan Türk velileri bilgilendirmek üzere hazırlanan veli mektuplarını tercüme etmem rica edildiğinde öğrendim ve çok şaşırdım.


Rujin’le maceramız işte yadımcı öğretmen olarak katıldığım bu derslerden birinde başladı. Yirmi küsür çocuk arasında oldukça yapılı, esmer ve iri cüssesinin hissetirdiğinin aksine çok uysal bir çocuktu Rujin. Hiç Almanca bilmiyor, öğretmeninin verdiği komutları hiç anlamıyordu. Onun endişe dolu masum çocuk gözleri beni derinden etkilemişti. Annesi onu, kıyamadığı için okul öncesi sınıfa göndermemişti. Bu merhamet gibi görünen merhametsizliği, Almanya’da öğretmenlik yaptığım yıllar boyunca sıfır dille okula başlayan pek çok göçmen çocuğun annesinden işittim. Veliler çocuklarının hiç dil bilmeden başladıkları ilkokul eğtiminde yaşayabilecekleri inanılmaz sıkıntıları, ne yazık ki çocukları okula başlayana kadar idrak edemiyorlar; bunu anladıklarında ise çok geç kalmış oluyorlardı. Çocuğum Almancayı nasılsa okula başladığında öğrenir, erkenden onu okul telaşına sokmak gereksiz diye düşünüyorlardı. Bu hikayelere bir de Ayşe’nin hikayesini eklemem gerekecek ki, onu da ileriki günlerde anlatacağım.


Yardımcı öğretmen olarak dersine katıldığım meslekdaşımın sınıfta çocuklarla ilişkisi oldukça sertti. Her ders bir öğrenci bu muamele neticesinde ağlıyordu. Rujin’e öğretmenin komutlarını tecüme ediyor ne yapması gerektiğini sessizce anlatıyordum. Öğretmen arkadaşım bir keresinde, her hafta geldiğimde Rujin’i sınıftan çıkarıp, ona dışarıda ders çalıştırmamı önerdi. Ben bu öneriyi kesin bir dille reddetim. Mutlaka sınıfın içinde kalarak, ama bazen arka tarafta bir yerde onunla çalışabileceğimi, onun sınıftaki etkinliklerden uzaklaştırılıp gruptan ayrılmasını doğru bulmadığımı nazik bir dille anlattım. Onun dışında da Türk çocuklar vardı sınıfta ve onlara da yardım gerekebiliyordu. Elbette Türk çocukların dışında yardım isteyen diğer çocuklara da yardım ediyordum. Öğretmen arkadaş, zaman zaman ben Rujin’e yardım ettiğimde beni sertçe uyarıyor ve bunu kendisinin yapması gerektiğini söylüyordu. Çocukcağız komutları anlasa, elbette seve seve yapacaktı öğretmenin kendisinden istediklerini. Günler geçtikçe anladım ki, öğretmen her vesile ile bu çocuğu sınıftan dışlıyor, onun zeka sorunu olduğuna inanıyor, sınıfa da açıkca bu mesajı veriyordu. Bu da sınıf arkadaşlarının ondan uzaklaşmasına, tenefüslerde Türk çocukların bile onunla oynamak istememesine sebep oluyordu. Öğretmeni benden ailesi ile iletişim kurmak için yardım istedi. Zira Rujin’in anne babası da Almanca bilmiyorlardı. Böylece Rujin’in ailesi ile tanıştım. Aile Almanya’ya geleli bir yıl olmuştu. Türklere yapılan ayrımcılık ve bunun doğal sonucu işsizlik yüzünden Bulgaristan’dan Almanya’ya gelmişlerdi. Babası ilk görüşmemizde‚ bunca sıkıntıyı, benim ülkemde yaşadığım ayrımcılığı çocuklarım yaşamasın diye çekiyorum, yoksa insanın dilini bilmediği bir ülkede yaşaması hiç de kolay değil, demek benim yavrum da babasının kaderini paylaşacakmış, derken gözleri dolmuştu. Rujin’in babası da memleketi olan Bulgaristan’da kötü muamele yüzünden ortaokulu terketmek zorunda kalmış. İki odalı bir evde çoluk çocuk dokuz kişi kalıyorlardı. Tabii kaçak olarak. Zira Alman makamları iki odada bu kadar kalabalığa oturum müsadesi vermez. Karı koca ne iş olsa yapıyorlardı. Rujin’in babası temizlik, inşaatlarda işçilik, hamallık gibi bulabildiği her işte çalışıyordu. Hem dil bilmedikleri, hem sistemin yabancısı oldukları için sosyal yardımlardan haberdar değillerdi. Öğretmen, dosya, boya kalemi ya da defter gibi basit okul malzemelerini almamalarının, sınıfın su parası aidatını bile ödememelerinin gerekçesinin parasızlık olduğuna inanmıyor, bunu onların ilgisizlik ve cehaletlerine bağlıyordu. Oysa Rujin’in annesinin söylediğine göre, bazen yiyecek ekmek bile bulamıyorlardı. Onlara çocuğun okul ihtiyaçlarını bir an evvel almaları gerektiğini söyledim ve çocuğu öğretmenin tacizinden kurtarmaları için borç para vermeyi teklif ettim. Çok utandılar ve çekinerek aldılar. Maaşlarını alır almaz ödeyeceklerini söylediler. Ertesi gün öğretmenin istediklerini almışlardı. Benim para verdiğimi öğrenen öğretmen arkadaş beni kınamış ve „Buna nasıl izin verirsin Nuriye? Seni de kullanıyorlar“ demişti bana. Oysa ben evlerine ziyarete gitmiş, sıkıntılarına bizzat şahit olmuştum. Gerçekten dürüst, temiz ve çok yoksuldular. Aldıkları parayı da bir ay içinde – bunu Rujin’e bayram parası olarak verdiğimi ısrarla söylememe rağmen – geri ödediler. Rujin’in öğretmenine göre ise bu insanlar cahil, başkalarını kullanan sefil yaratıklardı. O, yedi yaşında küçük bir çocuğa su parasını getirmediği için sınıfın içme suyundan içmesine izin vermeyecek kadar katı kuralcı bir Almandı. Çantasında su taşımasını da kitapları ıslatabilir gerekçesiyle yasaklamıştı. Babası tarafından bir göçmen aileye mensup olan Müdire Hanım, yoksulluğun ne demek olduğunu bir Alman’a anlatamazsınız, demişti bana. Gerçekten de yoksullağa karşı yardımda bulunan bir çok sosyal kurum var bu ülkede. Ama yine de dile ve sisteme yabancı olan insanların bu kurumlara erişimi çok zaman alabiliyor. Anne gözyaşlarını içine akıtarak sineye çekiyordu oğluna yapılanları. Bardağı taşıran son damla ise, Rujin’in öğretmeninin, dil bilmemelerinden faydalanıp, oldu bittiye getirerek, onu zeka ve uyum sorunu olan çocukların gönderildiği okula (Förderschule) göndermek üzere onay için imza almak istemesi oldu. Başka iki okulda daha dersim olması sebebiyle haftada iki kez gelebildiğim okula, Rujin’in annesi, imzalaması için kendisine verilen belgeyi bana göstermek üzere gelmişti. Öğretmen, aileden bu belgeyi hemen imzalamalarını ısrarla talep etmiş, ama uyanık bir kadın olan anne, bunu Almanca bilen birine göstermeden imzalamayı reddetmişti. Ben belgeyi görünce meslektaşımın bu yaptığına inanamadım ve çok üzüldüm. Müdire Hanım’ın odasına gittim. Arkadaşımı suçlayacak bir dil kullanmaktan kaçınarak, bunun çok yanlış bir karar olduğunu anlatmaya çalıştım. Öğretmenin bu kararı tek başına alamayacağını, bunu benimle paylaşması, bana da sorması gerektiğini söyledim. Yönetmeliğe göre, bir çocuk Türkçe dersleri de alıyorsa, bu kararı alırken hataya düşmemek için ana dili öğretmenine de sorulmalıydı. Zira sınıf öğretmeninin öğrenme güçlüğü olduğunu düşündüğü sorun, çocuğun dili yeterince bilmemesinden veya dile hakim olmamasından da kaynaklanıyor olabilirdi. Rujin ayrıca Türkçe derslerine geliyordu. Dolayısıyla onu çok iyi tanıma fırsatım olmuştu. Gerçekten çok zeki bir çocuktu. Ama harfleri öğrenemiyordu. Öğretmeninden gördüğü psikolojik şiddet, onun harfleri ve Almancayı öğrenmeye karşı bir duvar örmesine sebep olmuştu. O yıl Türkçe dersini birinci ve üçüncü sınıflarla beraber yapıyordum. Birinci sınıflar ayrı bir gurupta verdiğim çalışma kağıtlarına o gün öğrendiğimiz harfi yazarken, üçüncü sınıflara bir metin okumuş ve anladıklarını ölçmeye yönelik sorular soruyordum. Hiç birinin veremediği cevabı, çalışma kağıdını yaparken dinlediği metni anlayan Rujin vermişti. Metnin ana fikrini o kadar güzel ifade etti ki, ben bile buna çok şaşırıdım. Buna benzer pek çok olay yaşadık Rujin’le. Zavallı yavrucak sadece Türkçe dersinde kendini gösterebiliyordu. Almanca sınıfındaki Türk arkadaşları tarafından da şiddetle dışlanıyordu. Çünkü öğretmen bu dışlamaya hem zemin hazırlıyor, hem de buna prim veriyordu.


Bu öğrencimle ilgili şahit olduğum ilginç bir olayı da anlatmadan geçemeyeceğim. Sırayla her gün bir öğrenci öğretmene yardımcı olur. O gün sıra Rujin’de idi. Ders kitaplarını öğretmenden alacak ve arkadaşlarına dağıtacaktı. Fakat öğretmen Rujin’in sırasını atlamış, ona görev vermemişti. Sınıfın en başarılı öğrencilerinden biri olan John, öğretmenin görevi başka bir çocuğa vermesine şiddetle itiraz etti. Öğretmen duymazdan geldi. Aynı şey bir daha tekrarlanınca, bu sefer John’u tutabilecek hiç bir güç kalmamıştı. Bas bas bağırıyor, görevi devralan çocuğu sımsıkı tutarak öğretmenden dağıtılacak malzemeyi almasına engel oluyor, yapılan haksızlığa itiraz ederek sıranın Rujin’de olduğunu haykırıyordu. Öğretmen bu sefer duymazdan gelemedi. Mecburen Rujin’i yanına çağırdı ve dağıtılacak defterleri ona verdi. Rujin’in yüzündeki sevinci görmeliydiniz. John da sessizce sırasına geçti. Sınıf sükuna ermişti. John’un çocuk dünyasında adaletsizliğe boyun eğmek yoktu. Bunu özelde birini korumak için yapmıyordu. Ondaki, çocukların ruhunda doğal olarak var olan haksızlığa isyan ve öğrenilmiş kendine güven ve korkusuzluktu.


Rujin Müdire Hanım’ın müdahalesiyle Förderschule’ye gönderilmedi. Ama Rujin’in öğretmeni bunun acısını benden çıkarttı. Arkasından iş çevirdiğim iddiasıyla, beni sınıfında istemediğini, bundan sonra birlikte çalışamayacağımızı söyledi. İki aylık beraberliğimiz böylece sona erdi. Müdire Hanım beni başka bir öğretmenin dersine verdi. Gerçekten iki yıl boyunca bayan Reimer’in yabancı kökenli çocuklarla iletişimine ve sabrına hayran oldum. İnanılmaz yöntemlerle, sorunlu çocukları sınıfın sorunsuz bireyleri haline dönüştürmesini merak ve hayretle izledim. Rujin ertesi yıl başka bir sınıfa alındı. Şimdi orada çok daha mutlu. Ama yaşadığı bir yıllık psikolojik şiddetin izlerini hala üzerinden atamadı. Ertesi yıl, dönemin yarısından sonra, sınıfta büyük tuvaletini altına kaçırma sorunu yaşadı. Öğretmenin, çocukların tuvaletlere verdiği zararı engellemek için tuvaletlere kamera konulduğunu ve oradan suçluların tesbit edilebileceğini söylemesi üzerine tuvalete gidemediğini daha sonra öğrenecektik. O iri görünüşünün altında çok hassas bir yüreğe sahipti Rujin. Şimdi o Almanca’yı büyük ölçüde öğrendi. Harfler ile arasına ördüğü duvar çok yavaş da olsa tamamen yıkıldı. Ancak ikinci yılın sonunda doğru okuyup yazabiliyordu. Bilemiyorum yaşadığı travmanın etkileri ne kadar derinlere işledi ve nasıl iyileşecek.


Ali ile neredeyse okulun üçte biri Türk olan kalabalık Türkçe dersleri yaptığım bir okulda karşılaştım. Ufak tefek yapılı Ali, kara gözleri ışıl ışıl mutluluk saçan, neşeli, kıpır kıpır, yerinde duramayan bir çocuktu. Bir gün sınıf kapısının önüne geldiğimde, onu kapının önünde yerde ders kitaplarını toplarken gördüm. Neden defter kitaplarının koridorda yerde olduğunu sorduğumda, öğretmeninin, çok yavaş toparlandığı için „burada istediğin kadar yavaş toparlanabilirsin“ diyerek, kitap, defter ve çantasını kapının önüne attığını söyledi. Okul başlayalı bir ay dahi olmamıştı ve Ali daha 1. sınıf öğrencisiydi. Ben buna şaşırmış, içimden kızmış, öğretmenin bu davranışını onaylamamış, ama hiç birşey söylememiştim.


Almanya’da her öğretmenin, sınıfı, öğretmenler odasını, tuvaleti, televizyon, müzik, malzeme ve fotokopi odalarını açan bir anahtarı olur. Öğretmen, tenefüs için bile olsa, sınıfı ve diğer her türlü mekanı çıkarken kilitlemek zorundadır. Ancak, okula yeni başlayan bir öğrenciyi ders bitiminde yavaş toparlanıyor diye, arkadaşlarının yanında onu küçük düşürecek böyle bir davranışın izahı nedir, bilmiyorum. Öğretmenin görevi, onun toparlanmasını beklemek olsa gerek. Öğretmenin sigara tiryakisi olduğunu biliyordum ve bir an önce sınıftan ayrılarak bahçe dışına çıkıp sigara içmek istiyor olmalı diye düşünmüştüm. Ben, Ali 4. sınıfa başlayıp bardağı taşıran son olay yaşanana kadar, onun öğretmeniyle yaşadığı sıkıntıları ne yazık ki öğrenemeyecektim. Çünkü annesi şimdiye kadar bunu benimle paylaşmaya çekinmişti.


Ali gerçekten yavaş hareket eden bir çocuktu. Dikkati dağınıktı. Ama yıllar içinde bu daha da arttı. Önceleri okulla çok daha ilgili iken, yıllar geçtikçe ilgisini kaybettiğini gözlemliyordum. İkinci sınıfa geldiğinde Ali’nin kolunda hızla büyüyen bir ur tespit edildi. Doktorlar kanserden şüpheleniyor, kontrol için sık sık hastaneye gidiyordu. Ben ondaki bu değişikliği hastalığına bağlıyordum. Sonunda ameliyat oldu Ali. Dördüncü sınıfa başladığında Ali’nin öğretmeniyle sıkıntıları had safhaya ulaşmış, annesi okulun ilk haftası benimle görüşmeye gelmişti. Utana sıkıla anlattıklarını duyduğumda kulaklarıma inanamadım. Ali, 1. sınıftan bu yana sürekli öğretmeni tarafından dışlanmakta, aşağılanmakta ve hakarete maruz kalmaktaydı. Ebeveyn olarak çocuklarının aşırı duygusal olduğunu, abarttığını düşünerek şimdiye kadar olayların üzerine gitmemişler, çocuğun öğretmeniyle bir çatışma yaşamaktan, okul idaresiyle veya Eğitim Dairesi’yle böyle bir konuda muhatap olmaktan çekinmişlerdi.


Ancak, bu sömester başında, sabırlarını taşıran ve iyi niyetli yorumları zorlayan yeni bir hadise vuku bulmuştu: Ali’nin ifadesine göre, öğretmeni sınıfta, rüyasında Ali’yi boğazını sıkarak öldürdüğünü ve cenaze töreninde mezar taşlarının ardına gizlenerek kıs kıs güldüğünü anlatmıştı. Anne babası Ali’nin öğretmeninin böyle bir rüyayı sınıfta anlattığını duyduklarında kulaklarına inanamamış, ertesi gün öğretmenle görüşmeye gitmişlerdi. Kendisi olayı yalanlamamış; sadece şaka yaptığını söyleyerek kendisini savunmuştu. Bu kabul edilebilir bir durum değildi. O zamandan beri Ali odasında yalnız uyuyamıyordu. Bir öğretmenin öğrencisine böyle bir rüya anlatması ve velisine karşı kendisini bu şekilde savunabilmesi, her türlü ölçünün dışında bir olaydı; ama ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Onlara, okul idaresine ve Eğitim Dairesi’ne şikayet dilekçesi yazmaları için rehberlik ettim. Daha önce bu öğretmenin öğrencisi olmuş, benim de Türkçe dersime devam etmiş olan çocukların aileleri ile görüştüm. Okuldaki Türk velilerin, çocukları bu öğretmene düşmesin diye dua ettiklerini, hatta bir velinin, çocuğu bu öğretmenin elinden kurtarmak için çocuğun sınıf tekarı etmesi yönünde görüş beyan ettiğini öğrendim – Almanya’da velinin bu konudaki görüşü de sınıf geçmede belirleyicidir. Ancak, hiç bir veli bu konuda şahitlik yapmaya yanaşmıyor, öğretmen ve okul idaresiyle çatışmaktan çekiniyorlardı. Zira okul ile bir sorununuz olduğunda, okulu değiştirmek için ev ve dolaysıyla adres ve çevre değiştirmekten başka bir çıkar yol yoktu. Takdir edersiniz ki, bu da hayli masraflı ve zor bir iş.


Ali’nin yaşadıkları bu rüya ile de kalmamıştı. Her geçen gün bunlara bir yenisi eklenmişti. Öğretmeni, yaramazlık yapacağı ve sorun çıkaracağı gerekçesiyle, her ilkokul öğrencisinin hevesle beklediği, öğrenim hayatının en önemli etkinliği olan ve üç gün süren sınıf gezisine Ali’nin katılmasına izin vermemişti. Yetmezmiş gibi, Ali’ye işkence etmek istercesine, sınıf gezisi esnasında çekilen fotoğrafları sınıfta gösterirken, Ali kulaklarını ve gözlerini sımsıkı kapattığı halde, özellikle ona anlatmaya ve göstermeye devam etmişti. Birkaç gün sonra da, kendisini farketmediği gerekçesiyle spor salonuna Ali’yi kilitlemiş ve 15 dakika sonra kapıyı açtığında özür dilemek yerine, Ali’ye „umarım sana iyi ders olmuştur“ demişti. Ali’nin anlattığına göre, yine bir keresinde öğretmeni, kolundaki sivrisinek ısırığı yaralarını görünce – psikopat bir anneye sahip olduğu imajını sınıfta yerleştirme çabası bağlamında – ona: „Annen kolunda sigara mı söndürüyor?“ diye sorarak sınıfta onu çok utandırmıştı. Yine başka bir sefer: „Herhalde sen küçükken annen seni düşürmüş, kafanı kalorifere çarpmışsın ve beynin orada kalmış“ gibi aşağılayıcı sözler söyleyerek, çocuğu sınıf içinde sürekli taciz ediyordu.


Bütün bu olaylar başka öğrencilerin de bulunduğu ortamlarda gerçekleşen hadiseler olduğu için, bu konuda diğer öğrencilerin tanıklığına başvurulabilir, Ali 1. sınıftan beri Türkçe dersine katıldığı için Türkçe öğretmeninin görüşü alınabilirdi. Bunlar aile tarafından okul yönetiminden ve Eğitim Dairesi’nden dilekçe ile talep edilmiş, ama hiç kabul görmemiş, takip edilmemişti. Ben Ali’nin şikayete değer bir halini, sınıfta uyumsuzluğunu görmemiştim. Üstelik son dece akıllı bir çocuktu Ali.


Anlattığımız vahim olaylar çerçevesinde aile, başvurulacak merci ve dilekçe bağlamındaki rehberliğimle – zira ailenin bunları yapabilecek bir bilgi birikimi yoktu – ivedilikle Ali’nin sınıfının veya gerekirse okulunun değiştirilmesi ve adı geçen öğretmen hakkında yasal soruşturma başlatılması konusunda gereğinin yapılması ricası ile okul müdürlüğü ve Eğitim Dairesi’ne başvurmuş, ama öğretmenin çocuğa yaptığı baskıların artması dışında herhangi bir netice alamamıştı. Konudan Türk Başkonsolosluğu haberdar edilmiş, ancak, oradan da herhangi bir yardım veya destek gelmemişti. Konsolosluktaki danışman avukat, hiç bir delil olmadığı gerekçesiyle yardım edemiyeceğini söylemiş, eğitim ataşeliğinde görevli öğretmen, çocuğunu eğitmeyi başaramadığı gerekçesiyle Gençlik Koruma Şubesi tarafından çocuğunun elinden alınma tehlikesi olduğu gibi bir komik gerekçeyle Ali’nin annesini korkutmuş, kadıncağız bir hafta hastalanmıştı. Bir çocuğa yapılan psikolojik şiddetin, nasıl bir somut delili olabilirdi acaba?!... Zavallı aile, çocuklarının göz göre göre uğradığı mobing karşısında çaresizliğe mahkum edilmişti. Eğitim Dairesi’ndeki yetkili, öğretmenin kulağını çekeceğini söylemek dışında hiç bir şey yapmamıştı. Çocuğunu okula göndermediği takdirde cezaya çarptırılacağı için Alman’ya da bir ailenin çocuğunu okula göndermeme gibi bir şansı yoktur. Sonunda anneye, okul tarafından bahçe ve çevresine yaklaşma yasağı konmuş, öğretmen ise psikopatça davranışlarına devam etmişti.


Bu arada, baba işten çıkarıldığı için işsizlik parasıyla geçinen aile, devletin bu durumdaki insanlara yaptığı avukat ücretini karşılaması sayesinde sorunu mahkemeye taşımıştı.


Dava Ali’nin ailesi hiç dinlenmeden, öğretmenin lehine sonuçlandı, şimdi üst mahkemede. Davanın Eğitim Bakanlığı, Konsolosluk, Türk basını – konu Sabah Avrupa’da gündeme gelmişti – ve avukata taşınmasına sonuna kadar yardım ve destek sağlamama rağmen, ben dahil hiç kimsenin üzerimize düşeni gereğince yapmadığını düşünüyorum. Göz göre göre ışıl ışıl yanan o mutlu kara gözlerin anlamı değişti zaman içerisinde. Ali ürkek ve kendine öz güveni olmayan bir çocuğa dönüştü. O ilkokulu bitirdiği için şimdi başka bir okulda, ikinci kademe eğitimine başladı. Umarım iyi insanlarla karşılaşır orada. Yolun açık olsun sevgili Ali. Sana yardımdan ictinap eden, görevlerini hakkıyla yerine getirmeyenler umarım bir gün bunun hesabını verirler!...





 
 
 

Comments


bottom of page