top of page

şehirler ve çağrışımlar / marakeş

  • Autorenbild: Nuriye Özsoy
    Nuriye Özsoy
  • 10. Feb. 2016
  • 10 Min. Lesezeit

Marakeş / Aralık 2010

Frankfurt donducu bir kış yaşıyordu 2010 sonlarında. Biz ise bir aydır kalkmayan kar görüntüsünden yorulmuş, soğuktan bezmiştik. Aile dostlarımız Salih ve Lalehan, Noel tatilinde birlikte Fas’a gitmeyi önerince, bu teklif hepimize çok cazip gelmiş ve hemen kabul etmiştik. Uçak biletlerini epey önceden oldukça uygun fiyata almış olmamız elimizi rahatlatmış, Marakeş’te harcamak için bütçeden daha fazla pay ayırmamıza fırsat vermişti. Lalehan daha önce de tatil yaptıkları Marakeş’te önceden yer ayırtmamayı, gittiğimiz gün valizlerimizi Hotel Ali’ye – daha önce kaldıkları pansiyon– bırakıp, kalacağımız oteli bizzat görerek seçmeyi önerdi. O bir butik otelde kalmaktan yanaydı. Bu teklifi ben de cazip buldum doğrusu... Gittiğimiz ülkelerde otantikliği korunan butik otellerde kalmak, ülkeyi tanımak için uygun bir seçim. Oturduğumuz Hofheim’a yaklaşık 100 km mesafedeki, özel tarifeli ucuz uçuşların yapıldığı Frankfurt Hahn Havaalanı’na doğru yola çıktığımızda, Frankfurt’ta hava sıcaklığı sıfırın altında 22 dereceyi gösteriyordu. Çocuklar da ben de çok heyecanlıyız; zira ilk kez bir Afrika ülkesine seyahat edeceğiz.

Uçaktan indiğimiz andan itibaren Marakeş’in egzotik havası hepimizi büyülüyor. Hava sıcaklığı 18 derece. Havaalanından şehrin merkezine doğru uzanan yol boyunca dizili portakal ağaçları, bize şimdiden, güzel bir tatil yapacağımız hissini veriyor. Topu topu beş saatlik bir yolculuk sonrasında böylesi bir iklim değişikliği yaşamak çok ilginç ve gerçekten güzel... Tarihi şehir merkezine vardığımızda Lalehan’ın önerdiği gibi, valizlerimizi küçük bir ücret karşılığı güvenli bir yer olan Ali Pansiyonu’na bırakıp otel arayışımıza başladık. Bu esnada en çok dikkatimi çeken şey, hiç trafik lambası bulunmayan ve inanılmaz bir trafik kargaşaşı olan dar Medina sokaklarında trafiğin bir şekilde akmaya devam etmesi oldu. Ancak, neredeyse iki insanın zor geçeceği genişlikteki sokaklarda olanca hızıyla giden motorsikletler biz turistleri tedirgin ediyor. Motorsiklet sürücülerinin kimi kadın. Başörtülü, pardesülü, çarşaflı kadınların motorsiklet sürmeleri kimseyi rahatsız etmiyor. Yine örtülü, örtüsüz kadınların Cami’u l-Fena – Faslılar Cema’ el-Efna olarak telaffuz ediyor – meydanında kurulan pazarda müzik eşliğinde herkesle beraber dans etmesini kimse yadırgamıyor.

Yola çıkmadan önce internetten seçip adreslerini aldığımız yürüme mesafesindeki otellerin hepsini gezdik. Lalehan’ın sanal olarak değil de görerek otel seçme fikrinin ne kadar isabetli olduğunu otelleri gezince anladık. Zira resimlerde çok güzel görünen otellerin çoğu temizlik açısından hiç de iç açıcı değil. Dördüncü baktığımız, bir Fransızın işlettiği çok hoş bir butik otelde karar kıldık. Tarihi şehir Medina’nın dar sokaklarında, kapılarından içeri girdiğinizde sizi hiç beklemediğiniz güzellikte mekanlar karşılıyor. Kapıların ardında sanki sihirli bir değneğin dokunduğu bambaşka dünyalar var. Ortasında avlusu ve egzotik bitkileriyle, riyad denilen bu evlere bakarken büyüleniyorsunuz. Kimi zaman, özellikle hava karardıktan sonra bu dar sokaklar bizi korkutmadı değil; ama Marakeş’in hiç de buraya gelmeden uyarıldığımız üzere emniyetsiz bir yer olmadığını gördük. Kaldığımız riyad yapılı oteldeki temizlik, estetik ve hizmeti o kadar beğendik ki, dönüşte Marakeş’e gitmek isteyen dostlarımıza önermeye karar verdik. Her sabah özenle hazırlanan sade ve leziz mahalli kahvaltılar, güler yüzlü genç otel şefinin her akşam bize özel hazırlattığı mis kokulu çay ve kahveler, bize evimizi aratmadı. Akşamları çocuklarla birlikte oynadığımız hafıza ve sessiz film oyunları çok eğlenceliydi doğrusu... Gecenin geç vakitlerine kadar süren bu sohbet ve oyun cümbüşü, erken yatma merakı olan, otel odasında kitap okuma zevkinden vazgeçemeyen, gençliğinde annesinin asosyal olacağından endişelendiği ben hariç herkesi geç saatlere kadar içine çekiyordu.

Her sabah riyadda yapılan kahvaltı sonrası şehri keşfe çıkıyorduk. Kaldığımız otelin yakınında, her gün bitmeyen bir enerji ve sabırla kurulup, gece geç saatlerde yeniden sökülen Cema’ el-Efna pazarının ve meydanın etrafındaki çarşının hepimiz, özellikle Lalehan ve ben tiryakisi olmuştuk. Kıymetli taşlar, tekstil, gümüş, deri işçiliği, ipek dokumacılığı ve mobilya geleneksel iş kollarından bazıları... Gerçekten hem ucuz hem çok güzel otantik eşyalar bulabiliyorsunuz çarşıda. Buradan aldığım küçük boy deri valizi ve şalları hala zevkle kullanıyorum. Burası bir alışveriş cenneti adeta. Ama her zaman için kandırılmak mümkün. Ticaret ahlakı denen şey buraya asla uğramamış. Alış-verişte dikkat edilmesi gereken en önemli husus, fiatların çok abartılı olup, kimi zaman istediğiniz ürünü pazarlıkla üçte bir fiyatına alabiceğiniz. Ayrıca, çarşıda peşinize takılıp etrafınızda dolaşan, ya dilenen ya da zorla bir şeyler satmaya çalışan çocuklarla başetmek zorundasınız. Arapça konuştuğumuzda çocuklar neye uğradıklarını şaşırıp hemen peşimizi bırakıyorlardı. Belli ki, turistlere farklı davranma alışkanlığı daha küçük yaşta ediniliyor. Türk olduğumuzu duyan esnaf ya da halk daha özel bir ilgi gösteriyor. Türklere turist muamelesi yapılmıyor açıkçası... Türk olarak bize gösterilen bu ilgi ve sevgide, son yıllarda izlenen İslam dünyasına açılım politikası kadar Türk dizileri de etken... Türkiye’nin dış dünyada, özellikle Arap dünyasında itibarının arttığı yıllar ve Türk olarak buralarda seyahat etmek oldukça keyifli. Antikacı dükkanında, bir Tuareg kadının yüzüğü olduğunu söylediği 250 Avroluk gösterişli akik gümüş yüzüğü 50 Avro’ya indirerek bana kakalamayı başarmıştı satıcı... Umarım gerçekten bir Tuareg kadının yüzüğüdür. Haklarında çok şey okuduğum çölün bu efsanevi yerlilerinin yaşamları beni hep etkileyegelmiştir. Ömer de Mağriblilerin geleneksel kapşonlu cellabiyelerini çok beğendi ve kendine bir tane alıp, bütün itirazıma rağmen, seyahatimiz boyunca giydi.

Akşamları cıvıl cıvıl bir meydan haline dönen Cema’ el-Efna’da, gece-gündüz yılan ve maymun şovları görebilirsiniz. Üzerinize size hiç sormadan bir maymun attıklarında bu teklifsizliğe güvenip fotoğraf çektirme gafletinde bulunursanız sizden fahiş paralar isteyeceklerdir. Bize de bu numarayı yaptılar. Kavga gürültü 20 Avro ile zor kurtulduk ellerinden. Burada öğrendiğimiz bir diğer kural da, yol tarifi dahil, her yardımın bir bedelinin olduğu... Size büyük bir içtenlik ve sevecenlikle yardım ettiğini düşündüğünüz insanlar, peşinden ellerini uzatıp hizmetlerinin bedelini isteyebiliyorlar. Burada centilmenlik nerede başlıyor nerede bitiyor, anlamak zor. İlk gün gezerken bir lokantanın önünde durmuş, açık vitrinde sergilenen yemeklerin ne olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Bu ne acaba dememe fırsat kalmadan Faslı aşçı büyük bir cömertlikle elini yahnimsi sulu et yemeğine daldırıp, kopardığı parçayı teklifsizce ağzıma uzattı. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Tabii ki cömertliğini reddederek adamcağızı kırmak zorunda kaldım. Yeme konusunda biraz sorunlu olduğumu kabul ediyorum. Temiz mi, sağlıklı pişirildi mi, kafamda bir sürü sorular oynaşırken iştahım kaçıp gidiyordu; ama grup halinden memnundu. Herşeyin anında pişirilip yendiği, tazeliği şüphe götürmeyen bu otantik çarşıda temizlik aramak sanırım biraz fazla...

Cema’ el-Efna’da akşamları ortalığı bir ızgara kokusu sarıyor, iştahları açıyordu. Çarşıda her türlü et var. Bizim çocuklar kocaman kazanlarda kaynatılan salyangoz çorbasını denediğinde, yeni lezzetlere açık olduğunu düşünen bana bile bu fazla cesurca gelmiş, Fas’ın bu geleneksel çorbasını içememiştim. Grupta herkesin iştahla yediği hiçbir şeyi hijyen takıntım yüzünden tadamıyor, sabah kahvatısı ile yetiniyor, acıktığımda meyve yiyor ve sık sık hemen her köşede satılan taze sıkılmış meyve sularından içiyordum. Ben sağlıklı beslenme takıntım dolayısıyla pek ilgi duymasam da, batbut ve matlu’ gibi çeşitli türleri olan Fas ekmekleri bizimkilerin, özellikle de Ömer’in çok hoşuna gitti; muhtemelen, Kayseri usulü bazlama, katmer ve tandır ekmeğini andırdığı için... Ömer’in ekmeğe olan düşkünlüğünü onu tanıyan herkes bilir. Pilav ve makarnayı bile ekmekle yiyen sevgili eşim için evde ekmek yoksa hiç birşey yok demektir. Oysa son yıllarda Karatay Hoca ekmeğin zararları üzerinde ısrarla duruyor. Ama o bu konuda yanlız değil Batı’da bu konuya dikkat çeken bir çok çalışma var ve bu iddialar hiç de yabana atılır gibi değil... Ne yazık ki, ekmek ve hamur işi tüketimi geri kalmış ülkelerde çok büyük boyutlarda. Son dönemlerde Türkiye’de bu konuda biliç oluşturan bilim insanlarının olması ümit verici.

Fas’a özgün kırmızı topraktan yapılmış evlerin doğal doku ile uyumu ayrı bir huzur havası estiriyor. Marakeş’in tarihi semti Medina’nın mimarisine hepimiz bayıldık. Kaldığımız riyadın iç duvarları da Fas’a has bir tür pembe mermerle kaplı. Almanya’da büyümüş, eğitimini burada almış, Alman Kalkınma Bankası’nda oldukça prestijli bir işi olan Lalehan bütün farklı kültürlerin, özellikle Doğu kültürlerinin ve tabii ki Türk kültürünün hayranı. Doğu-Batı ikileminin açıklayıcılığını yitirdiği Fas’ta da müziğinden otantik giysilerine, mimarisinden dekorasyonuna kadar her şey onu cezbediyor. Elinden gelse burayı Franfurt’a taşıyacak; uçakla ne götürebilirse artık... Kaldığımız riyadın bahçesinde sehpa olarak kullanılan bakır bir tepsiye göz dikti bile. Genç otel şefinin onu uygun bir fiyata satmayı kabul ettiğinde yaşadığı sevinç görmeye değerdi. Otel şefimiz gerçekten her konuda yardımcı oluyor bize. Otelde sürekli çalan ve bizim çok beğendiğimiz muzik parçalarından Lalehan ve benim için birer CD hazırladı. Ne yazık ki, bu CD Almanya’da çalınan çantamla birlikte gitti.

İlk gün otelimize yerleştikten sonra bir fayton kiralayarak şehir turu yaptık. Marakeş’in modern semtlerini de gördük böylece. Fransız işgali altındaki Fas’a 1919 yılında yerleşen Fransız ressam Jacques Majorelle’nin 1923 yılında satın alıp dizayn ettiği, 1949’da sahibinin adı verilerek halka açılan, üç yüz tür kaktüs ve ayrıca begonvil bitkileriyle süslü bahçeyi (Jardin Majorella) gezdik. Ressamın ölümünden sonra Fransız tasarımcı ünlü modacı Yves Saint Laurent, 1980’de burayı satın almış ve yeniden düzenlemiş. Ölümünden sonra külleri hayran olduğu bahçenin gül bahçesi bölümüne serpilmiş. Güney İspanya ve Kuzey Afrika’da bir dönemler altın devrini yaşayan Endülüs Emevilerinin eserlerinden 14. yüzyılda Müslüman Berberi Sultan adına yapılmış Ali bin Yusuf Medresesi ve Müzesi gerçekten taş, demir ve ağaç işçiliğinin nefis örneklerini sergiliyor. Bir de temiz tutulsa harika olacak. Bu arzusunu bir turist tuvalete İngilizce olarak yazmadan edememiş: Ülkeniz rüya gibi, çok güzel; ama lütfen biraz temizlik! 12. yüzyıldan kalma Kütübiye Camii bizde yaygın olan yuvarlak ince uzun minarelerden farklı Endülüs kübik minaresi ile şehrin sembolü durumunda. Marakeş, Müslüman Berberilere başkentlik yapmış bir şehir. Dolayısıyla burada Arapçadan daha çok Berberice ve sömürge olduğu dönemin etkisiyle Fransızca konuşuluyor.


Ertesi gün öğle namazını kılmak üzere Kütübiye Camii’ne girerken, yabancı görünümlü olduğum için olsa gerek, cami avlusunda birinin camiye girmemi engellemek istercesine müdahale etmesi çok rahatsız ediciydi. Müslüman olduğumu öğrenince bıraktı. Burada da Müslüman olmayan turistlerin camiye girmesi yasak. Camiye girebilmek için Müslüman olduğunuz konusunda ikna etmeniz gerekebiliyor. Faslıların ezan ve Kur’an okuyuşları bana estetikten uzak geldi; ya da alışmadığım bir tarzda, çok yalın diyelim. Grubun erkek üyeleri Cuma günü namaz vaktinden epey önce gittiler camiye, namaz öncesi vaaz veya başka bir etkinlik varsa kaçırmamak için... Sadece Kur’an okunmuş; ama bizim alıştığımızdan farklı olarak, toplu halde, adeta bir koro gibi. Ömer’in dediğine göre, mağrib tarzı Kur’an tilaveti alışık olmadığımız bir ritm ve melodiye sahip olmasına rağmen, bir müddet katılınca insanı içine çekebiliyormuş.


Marakeş’e gelip de, meşhur Fas Gecesi gösterilerine katılmamak olmazdı. Şehrin dışında Chez Ali’de hazırlanan bu program, insana kralın sarayında misafir olduğu hissini verecek şekilde kurgulanmış. Arabadan iner inmez atlılar karşılıyor misafirleri... Atlı süvariler tarafından karşılanıp, müzik, dans ve def eşliğinde yemek yiyeceğimiz mekana götürülüyoruz. Kuzu çevirme, yerel sebzelerden yapılmış sebze çorbası, Fas’ın meşhur yemeği tacin ve yufka gibi ince, kızartılmış ve şirelenmiş kıtır kıtır hamurdan yapılan bastila tatlısından oluşan menü, yine mahalli müzik eşliğinde büyük bir çadırda servis ediliyor. Yemeğe, çadır içinde dolaşan ve Fas’ı oluşturan bütün etnik kültürlerin geleneksel giysilerini, müziklerini ve folklorik danslarını sergileyen dans grupları refakat ediyor. Yemeğin ardından, geniş dış avluda sergilenen süvari gösterisi çok etkileyici ve heyecan verici idi. Süvarilerin at koşturduğu meydanın ortasında yüksek bir sahnede oryantal dansı sergileyen dansözün bildik dekolte dans kostümünün içine ten rengi streç ve bluz giymiş olması dikkatimizden kaçmıyor. Tesettüre uygun göbek dansı!..

Marakeş, hatta sadece tarihi şehir o kadar yeterli geldi ki bize, Fas’ın başka şehirlerine gitmeye hiç niyetimiz yok. Ama mutlaka çöle gitmek ve çöl yolculuğu yapmak istiyoruz. Lalehan ve Salih daha önceki ziyaretlerinde bir safariye katıldıkları için, otel müdürü sadece bizim aile için bir safari ayarlıyor. Ama hayatımın talihsizliği; erkenden yola çıkacağımız gün ben çok hastayım. Onca dikkatime rağmen mikroplara yenik düştü bedenim; belki de beslenme zaafiyetinden... Yola çıkacak durumda değilim, ama çocukların heveslerini kursaklarında bırakmak da istemiyorum. Zira çocuklar sahraya yolculuğu ve kısa da olsa çölü tecrübe etmeyi çok istiyorlar. Bizim için kiralanan ciple yola çıkıyoruz. Yol boyunca dağ köylerini, kaktüs bahçelerini, harika villaları herbirimiz kendi hayal dünyasında kimbilir nelerle eşleştirerek, sessizlikle izleyerek geçiyoruz. Ortaçağ şartlarında yaşayan fakir kalabalık kitlelerin ve sınırsız zenginliklere sahip mutlu azınlığın paralel dünyalarına yol boyunca da tanıklık ediyoruz. Daha sonra Mısır ziyaretimde de gözlemleyeceğim, içimi acıtan bir manzara bu. Müslüman toplumlardaki korkunç eşitsizlik...

Şoförümüz bizi Atlas dağlarından aşırıp, yola develerle devam edeceğimiz Zagora’da deve çobanı bedevi rehberlere teslim edecek. Güzergah aslında çok güzel, ama ben 38.5 derece ateşle sanki bu dünyanın dışından seyrediyorum manzarayı. Yolumuzun üstünde pek çok köy var. Marakeş’te olduğu gibi buralarda da toprakla aynı renkte. Doğayla uyum halinde pembe ya da kırmızımsı tek renk yapılardan oluşan köyler çok sevimli. Holywood filimlerine stüdyo olarak inşa edilmiş Verzazat kasabasından geçiyoruz. Oyuncuların kalması için çölün ortasına bir de lüks otel yapmış Amerikalılar. Atlas dağlarını aşarken, geleneksel yöntemle elle döverek argan yağı çıkaran kadınları görüyoruz. Ne yazık ki, hastalığımın şiddeti meşhur argan yağının orijinalini satın alma fırsatını değerlendirmeme imkan vermiyor. Sonradan çok üzülüp pişman olacağım bu fırsatı kaçırdığıma. Bu egzantirik yolculuğu zehretmek istemiyorum. Ama çok hastayım; sadece arka koltukta yatıyor, ateşler içinde titriyorum. Bir jiple yolculuk yaptığımız için şanslıyım sadece; yattığım yerde fazla sarsılmıyorum. Bu hastalık nöbetlerinde bile, geçtiğimiz yollarda rastladığımız köylerdeki hurma bahçeleri beni büyülüyor. Kur’an’daki cennet tasvirlerinde anlatılan hurma bahçelerinin bu kadar güzel olabileceğini hayal bile edemezdim. Öğleyin mola veriyoruz. Çocuklar, toprak kaplarda sebzeli veya portakallı, tavukla ya da etle pişirilen tacin yiyorlar.

Akşama doğru, develere bineceğimiz yere ulaşıyoruz nihayet. Develere binmeden önce, rehberlerin uyarısı üzerine başımızı ve gözlerimiz hariç yüzümüzü, çölde aniden çıkan kum fırtınalarına karşı tülbentlerle sararak korumaya alıyoruz. Tabii dört kişi için tülbent hazırlığımız olmadığı için, Ömer ve çocuklar orada satılan yerel şallardan kendi zevklerine uygun renkte, mavi veya siyah birer şal alıyorlar. Develere binip yola koyuluyoruz. Deveye ilk kez binen biri, onun yürüyüş ritmine kendini bırakmazsa oturağının yara olmasına hazır olmalı. Bize öyle oldu zira... İki saat süren yolda kısa bir mola verildi. Bize yürüyerek refakat eden deve çobanlarımızın hayatlarında hiç okul görmediklerini öğreniyoruz sohbet ederken... Okuma-yazma bilmeyen bedevi çobanların son derece akıcı Fransızca ve İngilizce, rehberlik yapacak kadar Almanca konuşması bizi şaşırtıyor. Bizim Arapça konuşmamız da onları şaşırtıyor. Çölde biz turistler için kurulan çadırlara ulaşıyoruz nihayet... Ama ben öyle hastayım ki, bizi karşılayan bedeviler bile halimden endişeleniyor ve doktor çağırmayı teklif ediyorlar, nafile... O gece bana hiç bitmeyecek gibi geldi. Ne yemekler, ne turistler için hazırlanan eğlenceler, beni düştüğüm dipsiz kuyudan çıkarabildi. Gece sabaha kadar titredim. Sabahleyin, büyülenmiş gibi çölde güneşin doğuşunu seyreden insanlara bakıyorum bomboş gözlerle; zira ben karanlıklardayım. Dönüşte deveyle gidemeyeceğimi söylüyorum. Bir jip geliyor bizi almaya... Dönüş yolu, bir gece Marakeş’te kalışımız, ertesi gün hava alanına gidişimiz, hepsi bir sis perdesi arkasında...

Kral 6. Muhammed tahtta. İşsizlik ve fakirlik had safhada. Yerli nüfüsun %25’i fakir bu ülkede. Müslümanların aymazlığı, Batı’nın sömürüsü devam ediyor. Özellikle Fransızlar çok ucuza kelepir evler alıp bunları restore ediyorlar. İş gücü çok ucuz zira... Ya Avrupa’da bu fiyatlara elde edemeyecekleri lüksü buradaki villalarda yaşıyorlar. Ya da, mesela bizim kaldığımız gibi butik otellere dönüştürerek ciddi paralar kazanıyorlar. Sonuçta biz de nezaheti dolayısıyla bir Fransızın işlettiği bir riyadı tercih ettik. Fas’ta uyuşturucu alışkanlığı kadın ve gençler arasında endişe verici boyutlarda. İnsanların % 40’ı okuma yazma bilmiyor. İnsanların genç yaşta neden dişlerinin çürük ve eksik olduğunu, gün boyu şerbet gibi tatlandırıp içtikleri geleneksel nane çayını görünce anladım. Kumarhanelere giriş Faslılara yasak, ama turistler için büyük kumarhaneler olduğunu Almanya’da izlediğim bir belgeselden öğrenmiştim. Kaldığımız otelin terasında otururken dikkatimi çeken, düz çatıların üstündeki dev çanak antenlerin yarattığı görüntü kirliliği. Şehre yukarıdan kuşbakışı baktığınızda bir çanak anten tarlası görünümü veriyor; çok rahatsız edici... Buna karşın, Fas’ın kızıl toprağından yapılan evlerin, gündoğumu ve günbatımında güneş ışığının yansımasıyla oluşturdukları manzara gerçekten çok etkileyici.

Bizim için Fas gezisi, Batılılar için olduğu gibi sadece gizemli bir dünyanın büyüleyici bir parçasını görmekten ibret kalmayıp, aynı zamanda Müslüman kültür mirasının izlerini bulduğumuz, uzun yıllar mutlulukla hatırlayacağımız bir seyehat oldu. Almanya’da yaşadığımız süre zarfında kuvvetle hissetimiz, bizim katıksız Akdeniz havzasına ait olduğumuz kanısını daha da güçlendirdi. Bütün olumsuzluklarına rağmen bu havza insanının sıcaklığına meftunuz. Çocuklarla sonraki gezilerimizin sırayla diğer Kuzey Afrika ülkeleri olmasına karar veriyoruz. Ancak, başlangıçta hepimizi heyecanlandıran, ama yazık ki daha sonra kışa dönen Arap baharı tüm bu ülkeleri karıştırıyor. Bakalım bu arzumuzu ne zaman gerçekleştirmeye fırsat bulabile-ceğiz.




 
 
 

Comments


bottom of page