top of page

şehirler ve çağrışımlar / lyon&barselona

  • Autorenbild: Nuriye Özsoy
    Nuriye Özsoy
  • 10. Feb. 2016
  • 7 Min. Lesezeit

Lyon&Barselona / Aralık 2014

Sabahın erken saatleri, saat beş, evden ayrılıyoruz. Frankfurt’un, soğuk, puslu havasını arkamızda bırakıp, İspanya’ya doğru yola çıkıyoruz. Etka ve İkbal, bu yaz tatili, Türkiye’ye gitmediler. Güneşe hasret kaldılar, bu yüzden onlar daha heyecanlı. Arabada hakim olan hava müthiş pozitif bir enerji.


İlk durağımız Lyon, Fransa. Öğle üzeri ulaştık Lyon’a. Kente girer girmez otelimize yerleştik. İnternet üzerinden yaptığımız otel seçiminin çok iyi olduğunu düşünüyoruz. Çok temiz, geniş, rahat bir suit oda. Eşyaları otele bırakır bırakmaz, şehri dolaşmaya çıkıyoruz. Çok zamanımız yok. Zira yarın öğlen Barselona’ya doğru yola çıkacağız. Frankfurt’ta arkamızda bıraktığımızı sandığımız puslu hava, Lyon semalarını kaplamış. Ama tatilde olmak, yeni bir şehri görme tutkusu, bu havanın moralimizi bozmasına izin vermiyor. Burası Sen ve Ren nehrlerinin geçtiği Fransa’nın üçüncü büyük kenti.


Fransanın en popüler mutfağına sahip kentte, önce şehrin neredeyse her yerinden görülebilecek en görkemli tepesine XI. yy. inşa edilmiş Notre-Dame de Fourviere Bazilikası’nı ziyaret ediyoruz. Otele dönerken arkamızda kalan Bazilika’nın gece ışıklandırması mükemmel yapılmış. Kat kat üç kilisenin bir arada bulunduğu ilginç bir kilise.


Faurveir tepesine çıkarken gördüğümüz St. Jean Katedrali XIV.yy. inşa edilmiş. Katedralde bulunan, güneşin, yıldızların, yeryüzünün konumunu gösteren astronomi saati, o tarihte Hıristiyan dünyasının güneşin dünyanın etrafında döndüğüne inanışını yansıtması bakımından ilginç. 1180 -1480 arası gotik tarzda inşa edilmiş bu katedral, Papa John XXII taç giydirilmesi, Napolyon eşi Josephine’le evlenmesi gibi pek çok önemli olaya da ev sahipliği yapmış.


Bellecour sarayı ise Ren nehri kıyısında şehrin merkezinde. Burası şehrin sıfır noktası kabul ediliyor ve bütün uzaklıklar buradan ölçülüyor.


Yine Faurveir tepesinden inerken gördüğümüz, yaklaşık II.yy’da yapılmış Antik Roma Amfi Tiyatrosu hala yazın konser ve açık hava tiyatro gösterilerine ev sahipliği yapıyor.


Almanya’ya ilk geldiğimiz yıllarda, Almanca öğrenirken okuduğumuz ve CD’sini onlarca kez dinlediğimiz, meşhur çocuk kitabı, Küçük Prens’in yazarı ünlü pilot Antoine de Saint-Exupery’nin doğduğu şehri gezmek, ilginç bir açılım yarattı çocuklarda. Fransızların kendini beğenmiş oldukları ön yargısıyla gezmeye başladıkları şehre dair algıları, gece tanışıp sohbet ettikleri gençlerin de etkisiyle tamamen değişti. Lyon halkını son derece sevecen, kibar ve yabancılara karşı açık bulduklarını söylüyorlar. Onlar genç, kanları deli akıyor ve fikirleri bugünden yarına değişiyor. Konuşmaları genellemelerle dolu. Kısacık bir günlük turda bir yargıya varılamaz, ama Ömer ve ben de böyle hissediyoruz. Akşam Fransız gençlerle sohbet ederken, Almanya’da sadece gurbette olmanın değil, aynı zamanda yabancıları içine alma konusunda Avrupanın en isteksiz ülkesinde yaşamanın zorluğunu da üstlendiğimize karar vermişler. Bu ilginç bir tesbit. Almanya’ya ilk geldiğimiz yıllarda, burada yaşayan eğitimli- eğitimsiz Türklerin çoğunda gördüğüm bu his, yani kendini bu ülkeye ait hissetmemenin önemli sebeplerinden biri olarak Almanları suçlamalarını yadırgamış, bunu yaşadıkları ülkeye karşı haksız bir yargılama olarak görmüştüm. Aradan- beşi Alman okullarında, Türkçe öğretmenliğiyle geçen- sekiz yıl bana bu insanların kendilerini buraya ait hissedememelerinde Almanların da büyük payı olduğunu gösterdi. Çocuklarım, üniversiteyi bitirdikten sonra Almanya’da yaşamak istemiyorlar. Bir türlü ısınamadıkları bu ülkeden başka yerleşim yeri arayışındalar. Bu arayışları nerede sonlanacak bilmiyorum.


Kiliseden sonra Eski Şehir’i geziyoruz. Avrupa, tarihe verdiği önem dolayısıyla eski şehirleri hep olduğu gibi korumuş, modern yapılar Eski Şehrin -Altstadt- çevresinde büyümüştür.


Noelin yaklaşmış olması dolayısıyla şehir merkezi ışıl ışıl. İlk geldiğim yıllar, bu rengarenk ışık cümbüşü hoşuma giderdi. Doğrusu şimdi, bunca israf beni rahatsız ediyor. Mükemmel altyapıya sahip bakımlı bu caddeler, zengin şehirler bana nefsani bir haz veriyor. Ama aynı zamanda, bunca zenginliğin kimlerin gözyaşları ve kanlarına bedel kazanıldığını düşünmeden edemiyorum. Aynı zamanda bir kültür tarihçisi olan Alev Alatlı’ya göre, bunca zenginlik sömürge geçmişi olmaksızın mümkün değil!..


Akşam yemeğiyle birlikte tatlı bir sohbet başlıyor aramızda çocuklarla. Epeydir onlardan uzak hissediyorum kendimi. Bilindik ebeveyn genç çatışması yaşadığımız. Bu yüzden çocularımla gece geç vakitlere kadar uzayan bu sohbet bana iyi geliyor.


Uzun bir süredir onlarla bağlarımın koptuğunu, elimden kayıp gittiklerini hissediyorum. Onlar için bir müddetir artık hiç bir ritüel, hiç bir gelenek anlam taşımıyor. Geçmiş ve gelenekle, akraba ve tanıdıklarla bağları koparma eğilimi görüyorum onlarda. Sosyal bağlar insanı belli kalıplara mahkum edebilir ama aynı zamanda bizi besler. Gelenek ve ritüeller de öyle. Haklılar, İslam dünyasının acınası hali onlara bir gelecek vaadetmiyor. Din cazibesini yitirdi. İlhami’nin (Güler) tabiriyle, bir süredir insanlık göklerle bağını kopardı, ayağı yerden kesildi. Endüstri devrimi ve Aydınlanma hareketlerinin ardından Batıda çok önce, bizdeyse yeni yeni hissedilmeye başlayan bir hakikati arama sancısı bu. Bizim neslimiz için bu kopuş acı verici.

İlk çocuğum dünyaya geldiğinde bana cennetten bir esinti gibi gelmişti. Hayatıma renk katmış, bana dünyaları bağışlamıştı. Çok sevdiğim öğretmenliği bile bırakmıştım. Bebeğimi kimselere emanet edememiştim. Sadece bana bahşettiği sonsuz mutluluk için bile öyle minnettardım ki, başka hiç bir mutluluk vermese bir çocuk, insana bu duygu yeter, ilerisi için çocuğumdan hiç bir beklentim yok diye düşünürdüm. Dünyayı algılayışım, sadece öğrencilerime değil bütün çocuklara bakışım ve ilgim değişmişti. Mis kokulu bu bebeği saatlerce seyredişimi bu günmüş gibi net hatırlıyorum. İki yıl arayla doğan diğer oğlumla benzeri duyguları yeniden yaşadım. İnanılmaz bir mucizeydi bu. Ama çocukları büyüyünce insan böyle olmuyor. Kimi zaman hayal kırıklıkları, kimi zaman gurur duymak, kimi zaman beklentilerini düşürme gereği... Ebeveynler bunlar arasında gidip geliyor. Ona şekil vermek istiyorsunuz. Ondaki her gelişim size dünyaları bahşediyor. Çünkü çocuk yetiştirmek bir nevi sanat eseri yaratmaya benzer. Ama yarattığınız sanat eseri ne durağandır ne de şekillendirdiğinizi düşündüğünüz bir hamur heykel gibi bittiğinde tam da olmasını hayal ettiğiniz nesne olur. Canlıdır, sürekli bir devinim içindedir. Önceden öngöremediğiniz değişkenlerle doludur. Dolayısıyla sonucu tahmin ettiğiniz yanılsamasını, sonuçları aldığınızda görürsünüz. Haddi zatında çok sabır ister ama güzel sonuçlar aldığınızda çok keyiflidir ve bütün risklere değer!..


Çocuklarımız, meşhur Lübnanlı şair ve filozof Halil Cibran’ın dediği gibi bizim dünyaya getirdiğimiz ama başka dünyalara hediye ettiğimiz varlıklardır. Ama bu veriş gönüllü bir veriş değil. Evet insanlık hızla göklerle bağını koparıyor. Yozlaşmış din gençlere bir gelecek inşa etmede katkı sunmuyor. Ama buna bulunan çözüm nedir?!... Ne ilahiyatçılar ne de topluma yön verecek merciler bu sorunların büyüklüğünün farkındalar. Birkaç ay önce davetsiz misafir olarak cebren tek kadın ilahiyatçı olarak katıldığım KURAMER’in (Kuran Araştırmaları Merkezi) toplantısında bu soruna değinen Prof. Dr. İlhami Güler’in konuşması, ondan sonra konuşan onlarca konunun uzmanı neredeyse tamamına yakını profösör olan hiç bir ilahiyatçıda makes bulmadı. Bambaşka tartışmaların peşindeydiler. Yangın bacayı sarmış, alevler göklere yükseliyor, kimse bunun derdinde değil. Çünkü sorunların kaynağını başka yerlerde arıyorlar. Son on yılda İslam dünyasında yaşananlar, bardağı taşıran son damla ise Türkiye’de yaşanan cemaat- hükümet çatışması, karşılıklı suçlamalar, sukut eden ahlaki değerler gençlerde nasıl bir etki oluşturdu dersiniz?... İşte bütün bu kaygılarla dolu bana, çocuklarımla sohbet etmek, onların hakikat arayışlarını dinlemek iyi geldi.


Ertesi gün bu kaygıları ignore edip, çeşit çeşit Fransız peynirleri ile nefis bir kahvaltının ardından Barselona’ya doğru yola çıkıyoruz. Hava güneşli bugün. Bir zamanlar önemli bir ipek üretim merkezi olan, hala da bu ününü sürdüren, modanın merkezi Lyon’u arkada bırakıyoruz. Lyon aynı zamanda İnterpol’ün de merkezi.


Fransa sınırlarından çıkıp İspanya’ya yaklaştıkça hava, iklim ve bitki örtüsü değişiyor. Bize Antalya çevresini hatırlatan bu değişim çok hoş. Akdeniz ve tabii güneş Güney sahillerine inanılmaz bir güzellik katıyor. Göz alabildiğine uzanan zeytin ve maki türü ağaçlar, bizi belki bir Avrupalıyı etmediği kadar mutlu ediyor.


Otele vardığımızda saat yediye yaklaşıyor, akşam yemeği vakti. Lyon’daki kadar beğenmediğimiz otelimizi üç gün sonra değiştiriyoruz.


Şimdi Tapas zamanı!.. Yemeği Focus dergisinde övgüye değer bulunan ‚Resteurante Los Toreros’ da yiyoruz. Tapas konusunda hassas olan bizim çocuklar, yemeği çok beğenmiyorlar. Reklamların kimi

zaman abartı içerdiğini bir kez daha anlıyoruz. Zira ertesi gün, İkbal’in dolaşırken levha tasarımına hayran oluduğu için, buranın özel bir yer olduğunu düşünüp girmemizi önerdiği, küçük ama hoş bir atmosfere sahip lokantada yediğimiz, sahibinin, kız arkadaşıyla özenle hazırladığı, tarifleri gizli, inanılmaz lezzetli tapaslarla mest oluyoruz. Kahve ile marine edilmiş somon, çayla marine edilmiş sazan, ilginç ve özel bir sosla yapılmış yeşil zeytinler inanılmaz bir tad bıraktı damaklarımızda. Lokanta sahibinin gerçek zambak ve yeşil dallarla süslediği bu küçük lokantada, yemeklerin sunumu gerçekten çok özeldi. Ertesi gün kahvaltı sonrası Etka’nın planladığı şehir turuna çıkıyoruz. Bir anlamda buraya, onun hayran olduğu mimar Gaudi’nin eserleriyle tanışma, İkbal’in Flamenko tutkusuyla, İspanyol müziğini canlı dinleme arzusuna refakat için geldik. Bugün, dünyaca meşhur, Barselona’ya damgasını vurmuş, kimlik kazandırmış, mimar Antoni Gaudi’in eserleriyle tanışacağız. Son derece dindar bir katolik, aynı zamanda Katalan olan Gaudi’nin eserleri gerçekten çok sıra dışı. Onun Katalanca konuşmanın yasak olduğu dönemler, Katalanca konuştuğu, hatta bu yüzden tutuklandığını okumuştum. O, eserlerinde doğadan ilham aldığını söyler. Ağaç gövdelerine benzettiği sütunlar, yapılarında kullandığı çiçek, hayvan ve bitki figürleri bunun isbatı. Onun nasıl bir statik ve geometri dahisi olduğunu ancak eserlerini görünce anlayabiliyor insan. Renksiz taşlara, renkli mozaiklerle hayat vermiş. La Sagrada Familia Bazilikası, yapımı 2025 yılına kadar sürecek olan, henüz tamamlanmamış en meşhur eseri. Barselona’nın merkezinde 1882’de yapımına başlanan bu dev mabedin yapımını Gaudi, başka bir mimar, Lozano'dan 1883’de devralmış. Saatlerce beklemeyi göze alamadığımız kuyruk yüzünden, içini gezemediğimiz mabedin dışı da bir o kadar aykırı bir mimari örneği.


Onun meşhur eserlerinden biri de Daha La Pedrera adıyla bilinen Casa Mila. Pedrera ailesi için yaptığı bina şimdi meraklılarına açık bir müze.


Gezmek için bir günümüzü ayırdığımız Park Güell, sanatçının yaşadığı evin de bulunduğu büyük bir alan. İspanya’nın en zengin ailelerinden birinin oğlu olan Eusebi Güell’le arkadaşlığı sonrası finansal destek bulmuştu Gaudi’nin çılgın projeleri. O mimarlık bölümünden mezun olurken, hocaları, bu diplamoyı bir dahiye mi yoksa bir çılgına mı veriyoruz, ilerde göreceğiz, demişlerdi.


Bizi en çok etkileyen bunca şöhretine karşılık Gaudi’nin oldukça mütevazı büyüklükteki sade evi oldu. Mobilya’dan, kapı kollarına kadar tasarımı kendine ait, ergonomik, ilginç aksesuarların olduğu bu mütevazı köşkte, bir de ibadet odası var son derece sade.


Barselona’nın en yüksek tepesine konuşlanmış bu park ve evin manzarası büyüleyici elbette. 1926'da, 74 yaşında bir trafik kazası sonucu ölen Gaudi, tamamlayamadığı, hayatının en büyük projesi, La Sagrada Familia'ya gömülmüş. Ama yaptığı mimari eserlerle, İspanyollar ve Katalanlar arasındaki sorunlu bölge Barselona’ya, Katalan kültürünün damgasını vurmayı başarmış, hem İspanyolların hem bütün dünyanın gönlünde taht kurmuş.


Barselona’daki son günümüz!.. Bu gün sahile gideceğiz. Deniz kıyısındaki lokantalardan birinde kahvaltı yapıyoruz.


Öğle yemeğinde ısmarladığımız balıklarla anlıyoruz ki burada da İskenderiye’de olduğu gibi küçük balıkları içlerini temizleme lüzumu hissetmeden kızartıyorlar. Belki de her lokanta böyle değildir. Mısır’da bunu ilk gördüğümde çok şaşırmıştım. Onların bu balık pişirme tarzları, bu güzel sahil kentinde balık yeme zevkimizi söndürüyor.


Ancak denizin durgunluğu, mavisi ve güneşin ışıltısı bizi mest ediyor. Kahvaltı sonrası kumsalda oturuyoruz. İkbal’in çaldığı gitarı dinlemek ruhumuza iyi geliyor. Kuzey Denizi’ni ve Almanya’daki nehirleri görünceye kadar bütün denizlerin ve nehirlerin bu ışıltılı mavi renge sahip olduğunu sanırdım. Oysa Ağustos ortası ziyaret ettiğimiz, Rostock’ta soğuk hava, Kuzey Denizi’nin hırçın dalgaları, puslu havasının da etkisiyle bana hiç deniz seyretme sevincini yaşatmamıştı. Denizin mavi rengi, güney sahillerine has bir ayrıcalıkmış meğer ve güneşin pırıltısıyla insanın içine huzur verirmiş. Ama itiraf etmeliyim ki Bosna’da nehirlerin turkuaz mavisi rengi de ayrı bir güzeldi. Canım Türkiyem, bu fiziki güzelliklerin hepsine sahip. Bir de siyasi, toplumsal sükunet ve huzura kavuşsa!..


Bu akşam Flamenko dansı izlemeye gideceğiz. İkbal’in sürekli değişen ve gelişen müzik zevki ile bizim müzik zevkimiz de yeni tadlar kazanıyor. Biz ebeveynler çocuklarımızdan çok şey öğreniriz. Hatta öğrencilerimizden de. Eğitimin karşılıklı bir etkileşim olduğuna inananlardanım.


Yine, kısa bir süre ziyaret ettiğinizde çok güzel olan, ama uzun süre yaşadığınızda sizi boğan, havası ve insanları renksiz Frankfurt’a geri dönüyoruz. Yol üzerinde Etka ve İkbal’in okuduğu şehir Kaiserslautern’a uğrayıp onları bırakıyor ve Etka’nın evinde güzel bir kahvaltı ile gezimizi noktalıyoruz.







 
 
 

Comments


bottom of page