top of page

şehirler ve çağrışımlar / roma&milano&pisa

  • Autorenbild: Nuriye Özsoy
    Nuriye Özsoy
  • 25. Jan. 2016
  • 11 Min. Lesezeit

Roma / Mart 2013


Bir bahar bayramıydı Roma için yola çıktığımızda... Felix ne zamandır bizi ailecek Roma’ya davet ediyordu. Yer bulamayız endişesiyle ricamız üzerine Katolik rahibelere ait bir manastırın misafirhanesinden bize yer ayırtmış, oraya ait bilgileri göndermişti. Otellerden daha uygun olacağını düşündüğümüz misafirhanenin resimlerini görüp, gecelik ücretini öğrenince çok şaşırmıştım. İnternette tatil sitelerinin sayfalarında gezindiğimde, daha uygun fiyata daha güzel bir yer bulabileceğimizi farkettim. Üstelik çarmıha gerilmiş İsa heykeli ve sade bir yataktan ibaret bir oda için oldukça yüksek bir ücretti ve böyle bir odada kalmak, doğrusu ne bana ne de çocuklara cazip geliyordu. Hepimiz Roma’ya sıkı çalışma temposu sonrası gidiyorduk: Ben, eğitim sistemi son derece farklı yabancı bir ülkede çalışmanın, kimlik kırılmaları ile bizar bir nesle öğretmenlik yapmanın getirdiği stresten bir nebze kurtulmak arzusuyla... Etka, mimarlık gibi zor bir bölümde okumaktan ve herhangi bir dersten ikinci sınavı veremeyen onlarca arkadaşı gibi okuldan atılmadan öğrenimini başarıyla sürdürme çabasından yorgun, bir nefes almak ihtiyacında... İkbal, bir yandan, iki yıl Konservatuar’ın klasik gitar bölümüne girme çabasının ardından radikal bir kararla okumaya başladığı sosyoloji, psikoloji, felsefeye ve sosyal bilimlere adaptasyon aşamasında; diğer yandan, iyi yetişmiş onca Alman okul arkadaşından farklı olarak, o güne kadar ilgilenmediği kitap okuma işine felsefeden dalış yapmanın sersemliğinden ve karşılaştığı filozoflar ve fikirler dünyasından hem şaşkın hem heyecanlı dünyaya başka bir perspektiften bakma sürecinde... Ömer ise, yıllardır Frankfurt’ta kaliteli bir İslam İlahiyatı oluşturma çabasından, hem Almanlarla hem Türklerle mücadele etmekten yorgun, ama ulaştığı sonuçlardan memnun yorgun savaşçı olarak... Bunca yorgunluk ve çaba içinde olan bizlerin isteyeceği en son şey, gergin, soğuk ve karamsar bir havanın hakim olduğu bir misafirhanede kalarak tatil yapmak olurdu herhalde. 2009’daki Fas/Marakeş ve 2012’deki Çek Cumhuriyeti/Prag seyahatimizden sonra ailecek bir araya gelip yapabildiğimiz üçüncü gezi olacaktı Roma. Birlikte yapılan bu seyahatler, yoğun beraberlik, hep çok iyi gelmişti bize. Çocuklarla ilişkilerimizi tazelemişti.


Roma’da dört yıldızlı bir otelden (Atahotel Villa Pamphili) iki oda ayırtmış, bunu Felix’e söyleme işini – zira o kadar meşguliyeti arasında bize yer bulma zahmetine girmişti – bütün itirazlarına rağmen Ömer’e yıkmıştık. Arabada, beni saymayın diyen benden başka üç şoför olacaktı; zira okula gidiş gelişlerde günde yaklaşık 60 kilometre yol yapan biri olarak, tatilde araba kullanmama lüksünü yaşamak istiyordum. Ne de olsa yeterince şöför desteğimiz vardı. Frankfurt-Roma arası yaklaşık 11 saat sürdüğü için, İsviçre üzerinden takip etmeye karar verdiğimiz güzergahta Milano’da bir gecelik mola verip, orada sabahlayıp, ertesi gün kahvaltıdan sonra yola çıkarak Roma’ya varmayı planlamıştık. Ben şöförlere müdahale etmeyeyim diye, yolda izlemem için, severek ve düzenli takip ettiğim tek dizi MuhteşemYüzyıl’ı indirmişlerdi çocuklar dizüstü bilgisayarıma. Yayınlanmaya başladığından beri pek çok tartışmanın odağı olan bu diziyi Ömer’le birlikte hareretle takip ediyoruz. Bütün tartışmalar bir yana, bir çok insanda tarih bilinci uyandırdığı, tarihe karşı merakları körüklediği bir gerçek. Dizinin yayımlanmaya başlamasıyla birlikte Kanuni dönemine ait tarih kitaplarının satışında ciddi bir artış olduğunu okumuştum. Çocuklar yol için güzel bir müzik koleksiyonu da hazırlamışlardı. Hiç kimsenin zevkine haksızlık yapmadan. Neşet de dinleyecektik, Sezen de... Rock müzik de, Celin Dion da... Hareketli flamenkolar da, Türk sanat müziği de... Herkesin kulaklıkla kendi zevkine uygun müziği dinlemesi de mümkündü tabii. Daha önce bunu da denemiştik. Ama birbirine yanbancılaşan, birbirinin zevklerine bigane, paylaşamayan bireylere dönüşüyor o zaman aile fertleri. Oysa şimdi herkes birbirinin zevkine saygı gösterecek, sevdiği tür şarkıları dinlemeyi sabırla bekleyecekti. Bizimkiler erken kalkmakta zorlandıkları için ancak öğle üzeri çıkabildik yola. Hiç acelemiz yoktu. Yemek ve sigara molaları, bazen gördüğümüz güzel mekanlar bizi baştan çıkarıyordu. İsviçre’nin doğa harikası Alpler’ini hayranlıkla seyrederken burayı ziyareti başka bir tatile bırakıp, adeta zorlayarak devam ettik yolumuza. Hava, Milano’ya ulaştığımızda çoktan kararmıştı. Ama Milano’da gece bir başka güzeldi.


Otele eşyalarımızı bıraktıktan sonra, Duomo Meydanı’nda (Piazza del Duomo) güzel bir akşam yemeği sonrası kısaca gezebildik Milano’yu. Devasa Duamo Katedrali’ni dışarıdan seyrettik. Sonradan öğrendiğime göre, Katedral’in üzerindeki som altın heykel bir çok kez çalınma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış. Alışveriş merkezinin biz gittiğimizde kapanmış olması beni hayıflandırırken Ömer’i pek bir mutlu etmişti. Yorgun bedenlerimizin sabah erken yola çıkmak üzere derin bir uykuya dalması pek zaman almadı. Sabah erken kalkıp, henüz uyku mahmurluğu yaşanan bu saatlerde Ömer’in mutad kahve ve sigaradan ibaret kahvaltısı dışında kimse kahvaltı yapmak istemedi. Kahvaltıyı ilerleyen saatlerde bir yerde yapmak üzere yola çıktık. Yol İtalya’ya doğru, daha bir bahara yaklaşıyor. Kimi özerk 20 bölgeye ayrılmış olan İtalya’nın, Almanya’da sık sık film ve dizilere konu olan manzarasına hayran olup, merak ettiğim Toskana bölgesinden geçiyoruz. Toskana bahara tam hoş geldin demiş. Biz de baharla sarhoş oluyoruz. İtalya bize Türkiye’yi hatırlatıyor nedense... Otele öğleden sonra ancak ulaşıyoruz. Akşam Felix bizi Roma’nın meşhur deniz ürünleri lokantılarından birinde ağırlıyor. Yemek tam bir seremoni halinde servis ediliyor. Belli ki bir Cizvit papazı olarak Felix’in Katolik Roma’da itibar gördüğü bir mekan burası. Yemekleri sunuşları çok özel. Farklı tadlara kapalı olan Ömer’in hayret dolu bakışları altında her türlü balığı ve deniz ürününü tadıyoruz. İstakozları yemekte ben de biraz zorlanıyorum doğrusu... Ama özellikle ilk kez yediğim, İtalyanların Risotto dediği havyarlı pilava bayıldım. Ertesi gün için iyi bir plan yapmalıyız. Felix bulduğumuz oteli çok merak etti. Zira bahar bayramı, Hıristiyanlar için çok önemli kutsal bir bayram. Turistler dışında da pek çok dindar katolik Roma’ya geliyor bu bayramda. Ayrıca, yeni Papa Fransiskus’un – Cizvit tarikatını 18. yüzyılda aforoz eden ve 19. yüzyıl başlarında yeniden kabullenen Vatikan’ın başına bir Cizvit Papa geçti ve bu sebeple Felix çok mutlu – ilk kez yöneteceği Paskalya başlangıç ayini dolayısıyla, Roma bu tatil çok kalabalık. Bu sebeple, ödediğimiz fiyata dört yıldızlı bir otel bulabildiğimize inanamıyor Felix ve gözleriyle görmek istiyor. Onu otele davet ediyoruz. Görünce şaşırıyor. Ona, mü’minlerin dini hislerini istismar edip onu ranta çevirenler sadece bizde yokmuş demek ki, diyerek takılıyorum. Biraz bozuluyor, ama sanırım bana hak veriyor. Ertesi gün şehir merkezine gidiyor ve tarihi mekanları gezmeye başlıyoruz. Tarihi yapılarda en çok dikkatimizi çeken şey, bu devasa yapılarda gücün göstergesi olarak kullanılan mimari unsurlar. Gerçekten çok abartılı.


Şehir merkezinde pek çok tarihi mekanı bir arada bulabiliyorsunuz. Buraları yürüyerek gezmek mümkün. Dünyanın en küçük toprağa sahip devleti olan Vatikan’ı gezmeyi ertesi güne bırakarak, çıkmakla bitmeyen İspanyol Merdevinleri, Palatino Tepesi, Antik Roma’da şehir merkezi olan Roma Forum’u, Sezar tarafından yaptırılmış en eski ve en büyük eğlence ve yarışların düzenlediği stadyum Circus Maximus’u gezdikten sonra, Collezyum’a geldiğimizde, bir saat beklesek de sıra gelmeyecek uzun kuyruğu görünce ben ve Ömer pes ediyoruz. Gidip karşıdaki kafeye oturup çocukları beklemeye karar veriyoruz. Etka ve İkbal haklı olarak Collezyum’u görmek istiyorlar. Elbette bütün mekanlar Etka’yı mimari açıdan ilgilendiriyor. Kanlı gösterilere ev sahipliği yapmış bu yere ait çok şey anlatılır. Filmlere de konu olmuş pek çok acıklı hikayeye ev sahipliği yapan bu yapıyı biz de dışarıdan ibretle seyrettik. İnsanları vahşi hayvanlarla dövüştüren, bundan zevk alan analayışı kavramakta güçlük çekiyor insan.


Vatikan ziyaretine başlı başına bir gün ayırdık. Zaten giriş için uzun bir kuyrukta bir saati aşkın beklemek gerekti. Vatikan’daki müzenin gezmeye değer eserlere sahip olduğunu Felix daha önce söylemişti. Ama Ömer’in ve çocukların müze gezmekle yıldızı barışık olmaması beni de engelliyor. Ne yazık ki, müzeyi gezemedim. Vatikan’da ihtişam sadece güzel bir mekan hissi yaratmıyor. Tepelerdeki resimler ve altın işlemeleriyle bu dev yapı yalnızca bir güç gösterisi olarak görünüyor bize. Bir ibadedet coşkusu, ruhani bir atmosfer hissi vermiyor; mü’mine tevazu öğretmiyor. Felix ısrarla ertesi gün yapılacak törene katılmamızı istiyor. Bizim için giriş bileti temin etmiş. Etka’nın doğum günü hediyesi olarak takdim etti biletleri. Ayinde okunacak duaları bizim için tercüme edip hepimiz için birer mini kitapçık hazırlamış ayrıca. İnananlarının huşu içinde izlediği ayin, bende sadece bir tiyatro sahnesi izlenimi uyandırıyor. Felix ayin sonrası heyacanla bize izlenimlerimizi soruyor. İkbal’in cevabı çok ilginç: Gerçekten samimi düşüncelerimi öğrenmek ister misin, diye soruyor Felix’e... Sonra devam ediyor: Siz İsa’ya dua ediyorsunuz, ondan talepte bulunuyorsunuz; biz ise sadece Allah’a dua ediyoruz ve Peygamberimiz için de mağfiret diliyoruz. İkbal’in bu çok zekice formüle edilmiş yorumu, anne-baba olarak bizi hem şaşırtıyor hem de çok gururlandırıyor. Ancak burada Kur’an’ın tanımladığı gibi mü’min dostu samimi Hıristiyanlara haksızlık etmek istemem. Kur’an’ın, inananlara sevgi bakımından en yakın olanlar diye tanımladığı, kibir ve küstahlıktan uzak, alçak gönüllü papaz ve rahipleri (5/82) gerçek hayatta tanımış olmaktan dolayı mutluyum.


Bir Müslümanın Hıristiyanlığa ait ritüellerden etkilenmesi mümkün mü? İslam gibi bir dinin mensubunun yani? Bizim çocuklara, bütün Müslümanları acımasızca eleştirmelerine rağmen, bu mümkün görünmüyor. Batılı İslam bilimcilerden birinin şu gerçeğe dikkat çeken cümlesini okuduğumda bu tespit bana ilginç gelmişti: Müslümanların dinlerini koruma ve bugünlere taşıma konusunda en büyük avantajları, tarihin içinde yaşayan, hayatın her sahasında üzerinde dinlerinin akislerini görebilecekleri beşer bir peygamberleri olmasıdır. Ticaretten aile hayatına, savaş, barış ve mirasa varıncaya kadar hayatın bütün alanlarında yaşanmışlıkları olan, hayatı tititzlikle nakledilen bir peygamber. Bu tarihi tecrübeyi yüzyıllar sonrasına taşıyan bir kadim kültürün mensuplarıdır Müslümanlar. En büyük sorun, bu yaşanmışlıkların örnekliğini güncelleyememiş olmaları. Ama ellerindeki miras paha biçilmez bir hazinedir ve yeniden tarihe dönüşlerinin imkanıdır. Hal böyle olunca, İslam kültürü içinde yetişmiş insanların, hele de gençlerin Hiristiyanlığa ilgi duyması bana da mümkün görünmüyor. İhtida olaylarıyla ilgili istatistiki veriler de bunu teyit ediyor. Batı’da giderek artan İslam’a ilginin yanında kaç tane Hırisityanlığa geçen Müslümandan bahsedilebilir? Müslümanlar arasındaki dini terketme olayları, genellikle başka bir dine geçmek suretiyle değil, dinden uzaklaşmak şeklinde tezahür ediyor. İslam’ın kendi çocuklarını ikna edemez hale gelmiş olmasının yegane sorumlusu, İslam alimlerinin güncel sorulara cevap vermede sergilediği cesatsizlik ve hantallık, bence... Bir taraftan tarihsel değişimi ve toplumsal dönüşümü inkar ederek dini düşüncede gerekli yenilenmeye karşı direnirken, diğer taraftan pratikte günün şartlarına ayak uydurup, kapitalizmi ve modernizmi sonuna kadar yaşama, ama böyle birşey yokmuş gibi teoloji yapma aymazlığı ve ahlaksızlığı gençlere nasıl hitap edebilir ve ne vaat edebilir ki?..


Daha sonraki günlerden birinde de, kendisinin de bir ara dekanlığını yaptığı ve halen de profesör olarak ders verdiği Cizvit Gregoriana Üniversitesi’nde yemeğe davet etti. Batı dillerinin yanı sıra Arapça, Farsça ve Türkçe’yi de iyi bilen Felix’in mensup olduğu, 16. yüzyıl başlarında Ignasyus ve arkadaşları tarafından bir entelektüel hareketi olarak kurulan bu gizemli camianın en önemli teolojik eğitim kurumunu doğrusu çok merak ediyordum. Felix’le daha önceki Türkiye’de görev yaptığı, Ankara İlahiyat’ta da ders verdiği yıllarda tanışmıştık. Daha sonra Roma’ya tayin edilmiş, 6 ayda İtalyanca’yı öğrenmiş ve burada Gregoriana Üniversitesi’nde ders vermeye başlamıştı. Cizvitler, zeki çocuklar arasından özel seçilip, çok itinalı bir eğitime tabii tutulurlar. Katoliklik içinde bir tür üst sınıfa aidiyet demektir Cizvit olmak... Bu arada, tamamen bir erkek dünyasından ibarettir bu tarikat; zira kadınlar Cizvit olamıyor. Ama daha 17. yüzyıl başlarında Mary Ward isimli İngiliz bir rahibe, bu tarikatın kadın kolunu kurmuş ve hemşireleri verdikleri uzun mücadele sonucu nihayet on yıl kadar önce Vatikan tarafından tarikat olarak tanınmayı başarmışlar. Neden tüm dünyada, özellikle Batı’da hep Müslümanların reform ihtiyacından bahsedilir diye düşünmeden edemiyor insan. Her neyse... O akşam, Gregoriana Üniversitesi’nde şimdiye kadar gördüğüm en temiz mutfağa sahip, ışıl ışıl ve son derece sessiz bir yemekhanede yemek yedik. Hizmetliler dışında buraya giren nadir kadınlardanım sanırım. Ortada hiç bir görevli yoktu. Görevliler akşam yemeğini hazırlayıp gidiyorlardı. Yemeği yiyenler yedikleri bulaşıkları yerleştirip çıkıyorlardı. Yemekten sonra, yüksek teknoloji ile donatılmış derslikleri gezdik ve Felix’in yaşam alanı olan odasında konuğu olduk. Felix Türkçe ile alakasını kesmemek için birkaç senedir Ahmed Avni Konuk’un Mesnevi’ye yazdığı şerhi Almancaya çevirmekle meşgul olduğundan bahsetti. Zevkle döşenmiş ama oldukça mütevazı odada genç mobilyalarında görebileceğiniz tek kişilik bir yatak, boydan boya bir kütüphane, neredeyse benim omuz hizamda oldukça yüksek bir çalışma masası ve küçük boy çift kapılı bir elbise dolabı vardı – fazlasına ihtiyacı yoktu, zira gardrobu tören, günlük ve yürüyüş vb. için sayılı muayyen giysilerden ibaretti. Sandalyesi olmayan, üstelik oldukça yüksek olan bu masada nasıl çalışabildiğini sordum. Ayakta çalışırım, dedi. Ayakta? Saatlerce? Nasıl yani?!... Tabii ki çok uzun boylu olduğu için, ayakta durmak Felix için ayrıca bir sıhhi gereklilik. Birden, arınma oruçlarına rehberlik yapan Azeri Hocam Gülhan Bey’in ayakta dik durmanın insan bedenine ve insanın yaratılışına daha uygun olduğuna dair sözlerini hatırladım. Ayakta insan zihninin daha iyi çalıştığına dair okuduğum, absürt bulduğum iddiaların canlı tatbikatını görmüş oldum. İlginç, çok ilginç...


Roma’da Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın karşısında konuşlanmış, son derece merkezi bir konuma sahip binanın en üst katındaki teras tropik bitkilerle süslenmişti. Harika bir manzarası vardı. Burada tefekkür, zikir ve ibadetlerini yapıyordu Cizvit papazları. Kendi zikir köşesini gösterdi bize Felix... Ömür boyu bekar kalmayı tercih eden Cizvit papazlarının şahsi hesapları, mal ve mülkleri yok. Maaşları cemaatin ortak hesabına yatıyor ve ay içinde fatura ile belgeledikleri ihtiyaç miktarı kendilerine ödeniyor. Emre itaat asıl ve bir emri, neden, nasıl diye sorgulamıyorlar. Sadece yerine getiriyorlar. Doğrusu, Cizvit cemeatinin yakından tanıdığım Gülen Cemaati yapılanmasını çağrıştıran taraflarını ve şaşırtıcı benzerliklerini görmek bana ilginç geldi. Ara sıra, insan doğasına aykırı bekarlık ve diğer disiplin kuralları ile başetmek için psikolojik destek alıyorlarmış Cizvitler. Bu desteği veren bir psikologla tanıştık o gün yemekte. Ayrıca psikologlar da kendi içlerinde destek alıyorlardı. Orada tanıştığımız Civit bir akademisyenin uzmanlık alanı Leonardo Da Vinci’nin, meşhur İsa’nın Son Yemeği tablosuydu. Yemek salonun devasa duvarını kaplayan ve bu temayı işleyen bu yağlı boya tablo ile ilgili, örneğin; yemek masasının üstünden uçan kuş, havarilerin oturuşu, duruşu, bakışı vs. o kadar çok ayrıntı üzerinde durarak yorumlamalar yaptı ki, bu nasıl bir uzmanlık alanı anlamındaki müstehzi tebessümüme yanıt verdi. Yine de bir doktara konusu olarak oldukça tuhaf geldi bana...


Roma’daki koşuşturmacanın ve yoğun tarihi eser ziyaret günlerinin ardından bir gün otelde kalıp dinlenmek, havuz ve sauna keyfi yapmak istedik. Zira otelin bu bölümünde hemen hemen bizden başka kimse yok, wellness bölümü bize teslim...


Ertesi gün, 27 Mart Etka’nın doğum günü. Roma’nın Popolo Meydanı, Aşk Çeşmesi ve birkaç tarihi eseri gezip Budist Dervişlerin gösterilerini izledikten sonra, Gucci, Bulgari, Prada, Hermes, Armani gibi meşhur İtalyan markalarının mağazalarının bulunduğu Via Condotti ve kaliteli ayakkabıların ve spor mağzalarının bulunduğu Via del Corso’yu arşınladık. Etka’ya doğum günü hediyesi olarak deri bir ceket almak istedik, ama güç beğenen oğluma birşey beğendiremedik. Sonunda oğlum alışverişle vakit kaybetmemezi, bu gezinin kendine en güzel hediye olduğunu söyledi. Biz de pes ettik... Vatikan civarındaki meşhur bir dondurmacıdan çok sevdiğim Antepfıstıklı dondurmasını tattıktan sonra Roma dondurmasının haklı bir üne sahip olduğuna karar verdim. Ancak, bana göre Mado’nun dondurması da dünya çapında bir üne kavuşup marka olabilir. Bunun için iyi bir pazarlama stratejisine ve ticaret ahlakına ihtiyaç var sanırım. Zira 2006’da Almanya’ya taşınırken çok sevdiğiğim Mado dondurmalarının orada bir şubesi olup olmadığını soruşturmuş, açılan şubenin Mado kalite standardlarını korumadığı için kapatıldığını öğrenmiştim. Akşam yemeğinde soğuklarda sunulan teker İtalyan peynirine hayran oldum. Adını aldığımız ve daha sonra Roma dışında ve Almanya’da aradığım bu peyniri ne yazık ki bulamadım. Frankfurt’ta İtalyan ürünleri satan bir mağzadan bu peynirin yapımının zor, dolayısıyla oldukça pahalı olması hasebiyle her yerde satılmadığını öğrendim. Gerçekten insanın damağında harika bir tad bırakan bu peyniri hala soruşturuyorum. Yola çıkmadan, çocukların yorulmaları ve acıkmaları sebebiyle yeterince zaman ayıramayıp aceleyle aldığım oldukça iri yeşil İtalyan zeytinlerinin tadına doyamadık. Zira satın aldıktan sonra tadına bakıp bayıldığım bu zeytini daha fazla almak için yeniden kuyruğa girmem gerekiyordu. Yol boyunca bu zeytinlerden daha fazla almadığımıza fena halde hayıflandık. Roma merkezinde sadece zeytin ve peynir satan çok yoğun müşterisi olan özel bir dükkandan almıştım bu lezzetli zeytinleri. Sanırım bir daha Roma’ya gidersem bolca alırım. Roma’da hepimizin dikkatini çeken başka bir şey de, genç, yaşlı, kadın, erkek, herkesin çok şık giyimli olması idi. Özel tasarım mağzalarında gördüğüm kumaş ve elbiseler de gerçekten çok zevkli ve bir o kadar da pahalı. Oradan aldığım birkaç giysiyi hala zevkle giyiyorum.


Eve dönüşte, yolu uzatma pahasına Toskana bölgesinde küçük bir şehir olan, eğri kulesi ile tanınan, meşhur bilim adamı Galileo Galile’nin yaşadığı Pisa şehrine uğramaya karar verdik. Tarihi yapıların surlar içinde bir arada bulunduğu ve Miracle’s Square olarak adlandırılan bölge Pisa Kulesi, katedral, mezarlık ve vaftizhaneden oluşuyor. Katedralden bağımsız tasarlanan çan kulesinin yapımına 12. yüzyılda başlanıldığı biliniyor. 55 metre yüksekliğinde 12 metre çapında beyaz mermerden yapılan Pisa Kulesi, dördüncü katı yapıldıktan sonra killi çamur ve kumdan oluşan yumuşak zemin sebebiyle çökmüş, güneye doğru eğilmeye başlamış. Yaklaşık yüz yıl kadar o şekilde yarım bırakılmış. Sonraki dört kat, dengesizliği telafi etmek için mevcut eğime küçük bir açı ile inşa edilmiş. Bundan sonra, inşaat 1372 yılına kadar tekrar kesintiye uğrayarak çan kulesi tamamlanmış. Mimarı Bonanno Pisano 1173’de yüz metre boyunda geniş ve etkileyici mermer bir çan kulesi planlamış, ama yapı planladığı gibi olmamıştı. Son yapılan arkeolojik kazılar, bu bölgenin zemininin dolgu zemin olduğunu gösteriyor. Fizik kurallarını en azından çıplak göz için alt üst eden bu yüksek çan kulesi, 1990’da yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya kaldığı için ciddi paralar harcanarak 2001’de yeniden ziyarete açılmış. 1987 yılında Pisa Kulesi, yanıbaşındaki katedral, vaftizhane ve mezarlık, Birleşleşmiş Milletler Dünya Kültür Mirası ilan edilmiş.


Öğle yemeğinden sonra Pisa’dan ayrıldık. Venedik’e uğramak istediğim halde Ömer’in daha önce gittiği, ama bana su basmış bir şehrin nesi bu kadar ilginç anlamadım, diye tarif ettiği – onu bu şekilde tanımlayan belki de ilk insandır – bu ilginç şehri ziyareti başka bir tatile bırakarak yolumuza devam ettik. Trafik karmaşası ve kurallara uymadaki özensizlikleri tıpkı bize benzeyen, gürültülü ve sıcak insanlarıyla İtalya’yı çok sevdik. Etka’nın bu ülkeyi ilk ziyaretinden sonra bana anlatırken dediği gibi, „bizim Avrupalı halimiz“ tanımlamasında hepimiz hemfikir olduk. Çocuklar, İtalya’yı ileride yaşayabilecekleri bir ülke olarak listelerine aldılar.





#geziroma #seyahat #şehir #kültür #cizvit #papa #pisakulesi #italya #moda #sigara #risotto #tarikat #tatil #vatikan #Collesyum #ayin #baharbayramı #tevazu #dua #Kuran #hıristiyanlık #din #dindeğiştirme #teoloj #katolik #Batı #Almanca #Mesnevi #Azeri #GülhanHoca #roma #cumhurbaşkanlığı #tropik #ibadet #şahsihesap #LeonardoDaVinci #uzmanlık #İsanınsonyemeği #gucci #aşkçeşmesi #prada #bulgari #ViadelCorso #romadondurması #italyanpeyniri #italyanzeytini #denizürünleri #toskanabölgesi #çankulesi #vaftizhane #sıcakkanlı #avrupalı #pisa #MiraclesSquare #GalileoGalile #mado #madodondurması #Almanya #derviş #PopoloMeydanı #zikir #türkçe #Etka #İkbal #uykumahmurluğu #erkenkahvaltı #katedral #milano #DuamoKatedrali #isviçreAlpler #AtahotelVillaPamphili #Almanyaislamilahiyatı #ÖmerÖzsoy #isa #Çarmıh #misafirhane #yolaçıkma #oteller #internettatilsites #davet #kimliksorunu #mimarlık #konservatuar #tarihiyapı #mümin #havari #Gülencemaati #müzik #filozof #endişe #tatilsitesi #çalışmatemposu #gergin #soğuk #beraberlik #İsviçre #Kanuni #muhteşemyüzyıl #flamenko #göçmen #yabancı #kimlikkırılması #sigaramolası #İsviçreAlpleri #Toskana #istakoz #balık #antikRoma #kafe #müze #İsa #misliman #miras #hazine #kapitalizm #Gregorianaüniversitesi #entellektüel #AhmetAvniKonuk #gardrop #alıiveriş #tad #yeşilzeytin #peynir #elbise #mezarlık #Venedik #arkeoloji #trafikkarmaşası #ülke #liste

 
 
 

Comments


bottom of page