ankara'dan okul hikayeleri
- Nuriye Özsoy
- 13. Okt. 2014
- 6 Min. Lesezeit
Dersim bitti. Okuldan eve dönüyorum. Yarım saatlik yolu yürüyerek geliyor, okul dönüşü yine yürüyerek geri dönüyorum. Sekiz yıl yurtdışında kalmak huyumu değiştirdi. Bu durum bana ülkeme ait herşeyi özleme saiki ile, belki de geçici, bir iyimserlik hali veriyor. Yürüyüş yolumun üstündeki, haddi zatında, estetikten uzak olduğu kadar şehrin nefes almasını engelleyen devasa binalar, normalde beni kızdıracak olmasına rağmen onlara gülümseyerek bakıyorum. Binaların arasında, bir nebzecik çocuklar düşünüldüğü için mi, yoksa seçimlerden birine mi borçlu olduğumuzu bilemediğim halı sahada, futbol oynayan çocukları görüyorum. Diğerlerinden daha küçük olan bir çocuk, okul giysileri ile yerde yatıyor. Anlaşılan küçük olduğu için onu oyuna almamış, sahanın kenarına, yere itmişler. Gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyor. Hem ağlayor, hem burnunu önlüğüne silerken ağzından şu sözler dükülüyor‚ siz duymadınız mı nasıl derler, küçüklerini sevmek, büyüklerini ?!.. duralayıp düşünüyor ama atasözünün gerisi aklına gelmiyor. Herhalde gerisi onu pek ilglendirmediği için o kısımı aklında kalmamış. Büyük çocuklar, ağızlarını doldura doldura birbirlerine küfrederek, heyecanla oyunlarına devam ediyor, küçük çocuğun sızlanmaları, canhıraş yalvarmalarına hiç kulak asmıyorlar. Küfretmek bu çocuklar için son derece sıradan bir eylem. Her vesile ile savurdukları bu küfürler sözü güzelleştiren, tahkim eden bağlaçlardan farksız bir işlev görüyor onların sözcük dünyasında. Bu küfürlerin anlamına dair bir fikirleri var mı bilmiyorum. Belki evlerinde de bu kadar sıradan kullanılıyor, onlar için çok alışıldık bir şey. Bilmiyorum. Onların bu küfürbazlık alışkanlıklarını anlamakta gerçekten güçlük çekiyorum.
Hem küçük çocuğun, acıklı haline kıyamadım, hem ağlarken büyüklerin kanına dokunacağını düşündüğü argümanlar üretme gayretine gülmek geldi içimden. Öylesine ümitsizce yalvarıyor ki, onu bir damla bile kale almayan, kendinden yaş ve boyca büyük çocuklara. Zavallı küçüğüm!..
15.10.2014
Yine bir okul çıkışı. Her okul çıkışı ayrı bir olay. Ellerinde birer naylon poşetle, önümde iki küçük çocuk yürüyor. Birinin ayağında – sonradan kendine iki numara büyük olduğunu öğrendiğim - bir terlik. Onlarla yürümeye çalışıyor. Diğerinin ayağında pazardan alınmış, ucuz spor ayakkabıları. Önce Suriyeli sığınmacılardan sanıyor, konuşmalarına kulak misafiri oluyorum. Türkiye ne yazık ki, sefil halde yaşamlarını sürdürmeye çalışan, hayatları yürek burkan bu zavallı sığınmacılarla dolu. Kulak kabartınca Türkçe konuştuklarını anlıyorum. Arkadaşına neden hala okula terlikle geldiğini, soruyor diğeri. İkisi de esmer, oldukça cılızlar. Ne yapalım oğlum babam bu ay da ayakkabı alamadı, diye cevap veriyor terlikle ayaklarını zoraki sürüyerek. Yanlarına yaklaşıp, çocuklara neden okulda olmadıklarını soruyorum. Yüzü daha ince, zayıf ve süzgün olan, naylon torbadan okul kitaplarını çıkarıp göstererek okula gittiklerini öğleci gurup olduklarını söylüyor. Acaba karnı aç mıdır? Zavallı yavrucak babası kağıt toplayıcısı imiş. İsmini soruyorum. Orçun, 6. Sınıf. Görev yaptığım okulda öğrenci. İçim parçalanıyor çocuğun bu haline. Terlikle geldiği için ayaklarının üşüdüğüne mi, yoksa bu şekilde okula gelmekten duyduğu hicaba mı yanmalıyım. Ülkemi sekiz yıl önceki manzaralardan daha acıklı bulmak yüreğimi burkuyor.
Orçun’la tanıştığımızın ertesi günü sınıfında buldum onu ve ayakkabı numarasını sordum. O hafta ona bir ayakkabı aldım. Ama Orçun’u ertesi ve daha ertesi günler sınıfında bulamadım. Okula gelmemişti. Arkadaşları hastanede olduğunu söylediler. Hastaymış. Sonraki hafta ulaşabildim ancak Orçun’a. Baktım, ayakkabı var ayaklarında. Meğer sınıf öğretmeni almış bir tane. Ama onlar da iki numara büyük. Zavallı Orçun, ayakkabı alındığında iki numara büyük olmasını öyle kanıksamış ki, ne zaman ayakkabı numarası sorulsa, iki numara büyük söylüyor. Onu bir kenara çağırdım. İstersen sana aldığım bu ayakkabıları giydireyim. Bu büyük ayakkabıları daha sonra giyersin, dedim. Öğretmenim bunları kardeşim giysin, dedi önce. O anda yanımıza ne zaman ve nereden geldiklerini anlayamadığım, Orçun’dan biraz daha küçük iki çocuk daha belirdi. Ama ayaklarında ayakkabıları vardı onların. Meğer bu okulda her boyda beş erkek kardeşlermiş. Hepsi de cılız. Belki ilk kez ayağına tam oturan ayakkabıyı giyince onu çok beğendi ve biraz önceki önerisinden vaz geçti. Bir abi olarak hep kardeşlerini kollamayı, onları kendine tercih etmeyi öğrenmişti anlaşılan. Pek çok varlıklı ailenin çocuklarına öğretemediği diğergamlık, kardeşini önceleme hasletini, o şartları dolayısıyla küçücük yaşına rağmen çoktan öğrenmişti. Gözlerindeki sevinç pırıltısını görmek nasıl bir mutluluk!.. İnsanlar bu duyguyu tatmak için başkalarına yardım ederler aslında. Kendileri için. Terapistler bu duygunun insana çok iyi geldiğini söyler. Bizler, gerçekte kendimize iyilik ederiz, başkalarına yardım ederken...
İki bin kişilik dört katlı bu okulda bir tane hizmetli var. Sürekli iş başında görüyorum Veli Dayı’yı. Koca göbeği, ufak boyu ile yuvarlanır gibi yürüyor ama hiç şikayet etmeden bütün gün elinden geleni yapıyor. Okulun kaloriferleri de yanmıyor. Soğuktan buz tutan ellerimizle, sırtımızda kabanlar, tahtaya yazı yazarken zorlanıyoruz. Biz öğretmenler hareket halindeyiz. Bu bizim biraz ısınmamızı sağlıyor. Ya öğrenciler?!.. Oturdukları yerde nasıl üşüdüklerini tahmin bile edemiyorum. Üstelik çoğunun, ne sırtında, ne ayağında yeterince sıcak tutacak giysileri var. Okul Aile Birliği’nin katkısı çok az bu okulda. Zira ülkenin başkenti Ankara’nın göbeğinde, ama yoksul bir çevre bizim okulumuzun bulunduğu bölge. Okula verilen yakıt ödeneğinin, az olmasından yakınıyor Müdür Bey. Gerçekten bunu anlamakta zorlanıyorum.. Devlet bu kadar mı yoksul? Geçici olarak kardeşimin evinde kalıyorum. Yeğenim Safiye de, özel bir okulda öğretmen. Her gün birbirimize okul hikayelerimizi anlatıyoruz. Bir tarafta öğleyin, önlerine gelen enva-i çeşit yemeği beğenmeyen, kimi zaman anneleri istediği için yemek istemese de öğretmenleri tarafından zorla ağızlarına yemek tıkıştırılan, üzerlerine titrenen, diğer tarafta içinde bir damlacık peynir olan tostları bulunca büyük bir iştahla yiyen çocuklar. Kantine tost ısmarlarken öğretmen tostu! diye bağırınca arkadaşım, anladım farkı. Okul kantinine sipariş verirken ağzına peynir gelsin diye, daha fazla ödeyip öğretmen tostu, demeniz gerekiyormuş.
Geçen Perşembe nöbetimde, Müdür, kaynaştırma öğrencisi – özürlü öğrencilerin diğer çocuklarla aynı ortamda okutulması projesine bu isim veriliyor-olan ve aşırı hareketler sergileyen -bu öğrencilerin çoğu çok sessiz kimi de aşırı derce de hareketli- bir öğrenciyi, ne yapıyorsunuz, dememe kalmadan, yakasından tuttuğu gibi şiddetle sarstı. Gözlerime inanamadım. Çocuk bir kaç dakika korku ile baktı. Tam da kaynaştırma öğrencisine yapılması gereken bir davranış!.. Buna inanamıyorum. Ertesi gün öğrencilerden, Müdürün, yeni atandığını, okulda otorite kurmak için her fırsatta erkek çocukları yakalarından tutup silkelediği, tekme attığı ve korku salmak istediğini dinliyorum. Kendi gözlerimle şahit olmasam inanmayabilirdim anlatılanlara. Ne yazık ki benim ülkemde şiddet, bilinen en klasik, en kolay, disiplin yöntemidir. Bizzat idarecilerin şiddet uyguladığı bir sistemde, çocuklara şiddeti yasaklamak, kötülüğünü anlatmak, ne kadar anlamlı ve etkili olabilir acaba?!... Bahar, başka bir sekizinci sınıf kaynaştırma öğrencisi. Öğrenme güçlüğü tanısı konmuş öğrencilerden. Uzun kumral saçları, pürüzsüz beyaz teni, dudaklarının iki tarafında gülünce ortaya çıkan gamzeleri, mahzun bakan bal rengi gözleri ile gerçekten çok hoş, boylu poslu, güzel bir kız. Ama öğrenme güçlüğü olan bir kaynaştırma öğrencisi olması onun cazibesini öldürüyor. Hakettiği ilgiyi göremiyor arkadaşlarından. En arkada hep yanlız oturuyor. Kaynaştırma öğrencilerinin genelde yanlız olduğunu görüyorum. Sınıfta, bu çocukların, öğrenme güçlüğü tanıları biliniyor. Doğrusu, ben bu tanıya katılmıyorum. Öğrenmenin öncülleri, onu bloke eden şeyler bunca karmaşıkken, kim ve hangi yöntemlerle karar verdi bu çocuklardaki öğrenme güçlüğüne. Dahası bu yöntemler ne kadar sağlıklı sonuçlar veriyor?!.. Haksız bir yaftalama. Bu yüzden yalnız ve dışlanmış bu çocuklar.
Diğer bir sınıfımdaki zavallı Dilara ise hem kaynaştırma öğrencisi hem çirkin. Sırtında çifte kambur taşıyor anlayacağınız. Dilara çok sessiz. Ancak ben yanına gittiğimde, benimle ürkekçe, fısıldar gibi konuşuyor. Konuştuğunda o kadar düzgün cümleler kuruyor ki, onu ilk duyduğımda, çok şaşırıyorum. Bu çocuklara ilişkin eğitimde yolunda olmayan birşeyler var. Beş haftalık kısa gözlem süresi, elbette nerede sorun olduğunu anlamak için yetersiz. Ama bir yerlerde yanlış var, bu çocuklar sınıflarda dışlanmış ve yalnızlar...
Öğretmenler odası ise başka bir alem. Almanya’da beş yıl görev yaptığım okulda bulamadığım sıcaklık ve samimiyeti bir hafta içinde burada bulmak çok ilginç doğrusu. Bu havayı nasıl da özlemişim. İlk geldiğim gün tanışma esnasında din dersi öğretmeni olduğumu duyunca, öğretmenlerden pek çoğu, çok şaşırdı. Ne kadar modern bir din dersi öğretmeni, dedi arkadaşlardan birisi (çünkü başörtülü değilim). Ben de, haklısınız bu çok modern bir durum. Bir yanda başörtülü olmayan bir din dersi öğretmeni, diğer yandan başörtülü bir matematik öğretmeni. Bu modern Türkiye’nin yeni yüzü, dedim gülerek. Hay ağzına sağlık hocam ne güzel söylediniz, dedi beni modern olarak tanımlayan öğretmenin gözünde, otomatik olarak başürtüsüyle modern dışı kalan matematik öğretmeni. Türkiye bir değişim yaşıyor bu inkar edilemez. Ancak yıllarca bu özgürlüğün mücadelesini vermiş, şimdilerde başörtüsüzlüğü tercih eden ben dahi, başka türlü bir ayrımcılığa uğruyorum. Başörtülü öğretmen arkadaşlardan bazıları bana selam vermiyor, selamımı duymazdan, beni görmezden geliyor. Başörtülü olmayan bir din dersi hocasını onaylamadıkları için olsa gerek. Tıpkı bir zamanlar başörtülü bir matematik veya edebiyat öğretmenini onaylamıyan meslektaşlarının, onlara yaptığı gibi...Dindar camianın yumuşak karnı bu. Hakikat tekelciliği, Kemalistlere has bir defo değil. Dindar insanlarda da cennet tekelciği var ne yazık ki. Oysa Kur’an bunu Yahudiler örnekliğinde kınar. Onlar ahiret yurduna yanlız kendilerinin gideceğine inanırlar. Bu sözünüz gerçekse o zaman ölümü dilesinize. Ama bunu asla yapmazlar (2/94), mealindeki ayetle Kur’an bu inanıştaki naifliğe ve iki yüzlülüğe dikkat çeker. Biz müslümanlar ise ayeti sanki bu böbürlenme sadece Yahudilere hasmış gibi okuruz. Oysa kimi zaman Müslümanlar bunun dik alasını yapıyor.
Geçenlerde yurt dışına yeniden atanma için istişareye gittiğim bir hocam en uygun kurumun, yurt dışına tekrar görevlendirme husundaki şartları daha esnek olduğu olduğu için, Diyanet yolu ile gitmek olduğunu söyledi. Ben de, Diyanet başörtülü olmayan bir hizmetli bile almaktan ictinap ederken, beni şartlar tutuyor bile olsa, din ateşesi olarak yurt dışına atayacağını mı düşünüyorsunuz hocam, dedim. O da, ne olacak canım, sen de başını örtüverirsin, dedi. Yani ben başörtüsünün açılması dayatmalarına karşı görevden alınmayı göze almış, bu dayatmaya var gücümle karşı çıkmış ve görevden alınmışken, hür iradamle başörtüsüz olmayı tercih ettiğim bu dönemde de, görev almak için başörtülü olmayı seçecektim öyle mi?!.. Ne yazık ki bu insanlar, görevden alınmamak için, bizim başımızı açıvermemizi önerirken de aynı duyarsızlık içinde idiler...

Comments